8 Ekim 2014 Çarşamba

SULTANLARIN ŞİİRİ KASİDELERİN SULTANI

Osmanlı hânedanı, diğer pek çok hânedandan farklı olarak tarih sahnesinde sanatkâr mizaçlı sultanlarıyla yer almıştır. İyi bir eğitimden geçen Osmanlı şehzadeleri ve sultanları, daha ziyade mûsikîye ve şiire ilgi göstermişlerdir. Osmanlı sarayının diğer Türk devletlerinde de olduğu gibi, sanatçıları ve ilim adamlarını desteklemesi, kültür ve sanat hayatını canlı tutmuştur. Osmanlı padişah, şehzâde, sultan ve diğer hânedan mensupları birçok sanat faaliyetini destekleyerek ve sanatkârları himâye ederek bu hususta adeta birbirleriyle yarışmışlardır. Daha Anadolu Beylikleri döneminde, beyler arasında bir yarışa dönüşen himâye, teşvik ve takdir anlayışı, aynı nitelikte Osmanlı sarayında da devam etmiştir. Osmanlı sultanları devrin ünlü şairleriyle dostluklar kurmuş ve şiir sohbetlerinde bulunmuşlardır. Daha ilk öğrenimleri sırasında kuvvetli bir dil ve edebiyat eğitimi alan sultanlardan pek çoğu şiir yazmış, bir kısmı da divân tertip edecek kadar şâirlik vasıflarını ön plâna çıkarmışlardır.

Osmanlı sultanlarının şiirlerinde dinî ve tasavvufî muhtevâ önemli bir yer tutmaktadır. Esasen Osmanlı sultanlarından pek çoğu tekke âdâbı içerisinde yetişmiştir. Bu bakımdan hemen hemen bütün Osmanlı Sultanlarının mutlaka bir tekke veya tasavvuf çevresiyle irtibatlı olduğu söylenebilir. Daha başlangıçta Şeyh Edebalı ile Osman Bey, Geyikli Baba ile Orhan Bey arasındaki manevî yakınlık, II. Murâd'ın Bayramîlere ilgisiyle daha geniş bir sosyal muhtevâ kazanmıştır. Fatih Sultan Mehmed'in Akşemseddin'le ve III. Mehmed'in Halvetî Şeyhi Şemsettin Sivâsî'yle yakınlığı da bu münasebetlerin önemli örneklerindendir.

Osmanlı padişahları arasında ilk şiir söyleyen II. Murâd'tır. Murâdî mahlasıyla şiirler yazan II. Murâd hakkında Tezkireci Latîfî şunları söylemektedir: "Her ne kadar kendileri nadiren şiir söylerse de saltanatı süresince şiir ileri seviyede rağbet buldu. Rivayet edilir ki haftada iki gün şair ve bilginleri toplayıp dikkat ve iltifatla, baştan sona dinler, tartışmayı başlatmak için de her hafta her konu için tartışmacılar tayin edermiş." (İsen, 1990:68)

Güzel sanatların çeşitli dallarıyla ilgilenen Fatih Sultan Mehmed (1432-1481) de özellikle resme, şiire ve müziğe büyük önem vermiştir. Fatih, Avnî mahlasıyla şiirler yazmıştır. Fatih'in şiirlerinde Şeyhî ve Ahmed Paşa'nın etkisi görülür. Fatih'in şiirlerinde ön plâna çıkan en önemli husus, derin bir lirizm ve samimiyettir. Nitekim sultan şâir, hükümdarlığının mânâsını, iç âlemindeki muhasebesini de yansıtarak şöyle ortaya koymaktadır:

İmtisâl-i câhidû fi'llâh olupdur niyyetim
Dîn-i İslâm'ın mücerred gayretidir gayretim
Fazl-ı Hakk u himmet-i cünd-i ricâullâh ile
Ehl-i küfri ser-te-ser kahr eylemekdir niyyetim
Enbiyâ vü evliyâya istinâdım var benim
Lütf-ı Hak'dandır hemân ümmîd-i feth ü nusretim
Nefs ü mâl ile n'ola kılsam cihânda ictihâd
Hamdüli'llâh var gazâya sad hezârân rağbetim
Ey Mehemmed mu'cizât-ı Ahmed-i Muhtâr ile
Umaram gâlib ola a'dâ-yı dîne devletim
(Aymutlu, 1959:140)

Fatih'in hâlefi II. Bayezid (1448-1512) de âlim ve sanatkâr bir sultandır. Adnî mahlasıyla şiirler yazan ve bir "Divân" tertip eden II. Bayezid, Türkçe'nin Çağatay lehçesini ve Uygur harflerini de bilirdi. Adnî Divânı, aynı zamanda Osmanlı padişahları tarafından tertip edilen ilk mürettep divandır. Ünlü İranlı şâir Molla Câmî'ye her yıl bin filori gönderdiği bilinen II. Bayezid, Zenbilli Ali Efendi, Molla Latifî, Sâdî Çelebi, Müeyyedzâde Abdurrahman, Necâtî, Ahmed Paşa, Ca'fer Çelebi, Sâfî, Behiştî ve Zâtî gibi devrin ünlü âlim ve sanatkârlarını desteklemiştir.

Bayezid, dinî muhtevalı şiirlerinde oldukça coşkulu ve samimidir:

Hudâyâ Hudâlık sana yaraşır
Nitekim gedâlık bana yaraşır

Çü sensin penâhı cihân halkının
Kamudan sana ilticâ yaraşır

Şeh oldur ki kulluğun etti senin
Kulun olmayan şeh gedâ yaraşır

Şu dil kim marîz-i gamındır senin
Ana zikrin ile şifâ yaraşır

Şu kim dürr-i gufrânın almak diler
der-i gamın bahrine âşnâ yaraşır

Eğerçi ki isyânımız çok durur
Sözümüz yine Rabbenâ yaraşır

Ne ümmîd ü ne bîmdür işimiz
Hemân bize havf ü recâ yaraşır

Eğer adl ile sorarsan Adlî'yi
Ukûbettir ana sezâ yaraşır

Ben ettim anı ki bana yaraşır
Sen eyle anı kim sana yaraşır

Şu günde ki hiç çâresi kalmaya
Ana çâre-res Mustafâ yaraşır
(Divân-ı Adlî, Millet Ktb., nr: 274, vr.1b)


Kardeşi Cem Sultan'la saltanat mücadelesine girişen ve uzun süre bu gâileyle uğraşan II. Bayezid'in Cem Sultan'la manzum mektuplaşmaları da bilinmektedir. 

Bayezid'in oğlu olan ve "Harîmî" mahlasıyla şiirler yazan Şehzâde Korkut (1470-1512), Klâsik edebiyatımızın şekil ve muhtevasını iyi bilen sultan şairlerdendir. Şehzâde Korkut'un şiirleri yakın zamanda yayımlanmıştır. 

Sultan şâirler arasında şiirlerinde şahsî duygularını ifade etmede en başarılı sayılan şair, hiç şüphe yok ki Cem Sultân (1459-1495)'dır. Şiir ve edebiyatla çok küçük yaşlardan beri meşgul olmuş bir şehzâde olan Cem'in çevresinde, adına "Cem şâirleri" denen bir grup şâir bulunmuştur. Cem Sadisi, Haydar Bey, Sehâî, Kandî, Şâhidî gibi dönemin ünlü şairlerinden oluşan bu gruptan bazı şâirler, Cem'i gurbette de yalnız bırakmamışlardır. Cem Sultan, şiirlerinde yaşadığı sıkıntıları, oldukça duygulu bir anlatımla dile getirir:

Bu gurbet câna gâyet kâr kıldı
Ki âlemden beni bî-zâr kıldı
Ne kılam gerdiğ-i eyyâm beni
Belâ vü derd ile bîmâr kıldı
Ne nahs olur aceb bu tâli'im kim
Beni âlem içinde zâr kıldı
Gülistân yerine ni'me'l-bedeldir
Felek yerimi ğimdi hâr kıldı
Görün gerdûn-ı dûnun himmetini
Bu gurbetde Cem'i bîmâr kıldı
(Ersoylu, 1989:233)

Cem Sultân şiirlerinde, daha ziyade vatan hasretini, aşk, tabiat, dinî ve tasavvufî konuları işlemiştir. Şairin geniş kültürü, şiir bilgisi, hassasiyeti, onun şiirlerine, zengin bir muhtevayla birlikte güçlü bir dış yapı da kazandırmıştır. Cem Sultan'ın Türkçe Divânı'nın birçok baskısı bulunmaktadır. 

Osmanlı Devleti'nin büyük hünkârlarından Yavuz Sultan Selim (1470-1520), Farsça'yı çok iyi bilen ve bir Farsça Dîvân tertip edecek derecede bu dilde şiirler yazabilen bir sanatçıdır. Yavuz, Arapça şiirler de yazmıştır. Felsefe, edebiyat, matematik ve dinî ilimler konusunda geniş bilgi sahibi olan Yavuz Sultan Selim'in Türkçe şiirler yazdığı söylense de bunda kesinlik yoktur. Solak-zâde Tarihi'nde onun Türkçe şiirler de yazdığına dair şu bilgiler verilmektedir: "Hayatları boyunca, Türkçe şiir söylemediğini tarihçiler kaydetmişlerdir. Amma bazılarının rivâyetine göre -aşağıdaki- beyit kendilerinden sâdır olmuştur. (...) Çaldıran sahrasında Şah İsmail ile karşılıklı saflar bağladığında, onu bozduktan sonra arkasından takip etmek istemesine yeniçeri taifesi mâni olmuş idi. İster istemez, kendilerini geri döndürmüşlerdi. Bu beyti ise orada söyledikleri sâbit olmuştur:Cihânın gerçi nûş ettim yedi tasından geçen zehrin
Velâkin zehr-i katilden beter buldum meğer kahrin
(Çabuk, 1989:96)

Yavuz Sultan Selim'e atfedilen şu şiir de onun karakter çizgilerini yansıtmaktadır:

Merdüm-i dîdeme bilmem ne füsun etdi felek
Giryemi kıldı füzûn eşkimi hûn etdi felek
Şîrler pençe-i kahrımda olurken lerzân
Beni bir gözleri âhûya zebûn etdi felek
(İsen, Bilkan,1996:117)

Osmanlı sultanları arasında en çok şiir yazan sultan şâir unvanına sahip olan Kanunî Sultan Süleyman, şiirlerinde Muhibbî, Meftûnî ve Âcizi mahlaslarını kullanmıştır. Kanûnî Sultan Süleyman, biri Farsça olmak üzere iki Divân sahibidir. Muhibbî Divânı'nda 2799 gazel bulunmaktadır. Şiirlerinin toplamı 15935 beyite ulaşmaktadır. Bu haliyle o, aynı zamanda Divan edebiyatının en hacimli divânını kaleme alan şairdir. Kanunî Sultan Süleyman devrinde Bâkî, Zâtî, Hayâlî ve Fuzûlî gibi büyük şairler yetişmiş ve bu şâirlerin birçoğu Sultanın yakın ilgisine ve himayesine mazhar olmuştur. 
Muhibbî, dönemindeki şâirleriyle mukayese edildiğinde hiç de küçümsenmeyecek bir sanatkâr olarak karşımıza çıkar. Bilhassa Divan şiirinin zirveleri kabul edilen XVI. yüzyıl şâirleriyle aynı sanat ikliminde at koşturması ve ortaya koyduğu eserlerin, bu yüzyılın ulaştığı estetik seviyeye uygunluğu, onun devlet idaresinde olduğu kadar, şiir alanındaki başarısını da ortaya koymaktadır. Muhibbî'nin matla beyti dilden dile dolaşan şu ünlü gazeli, onun dünya saltanatı karşısındaki lakayt tavrını ve tasavvufa meylini de yansıtmaktadır:

Halk içinde mu'teber bir nesne yok devlet gibi
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi
Saltanat dedikleri ancak cihân gavgâsıdır
Olmaya baht ü sa'âdet dünyede vahdet gibi
Ko bu ıyş u işreti çün kim fenâdır âkibet
Yâr-ı bâkî ister isen olmaya tâ'at gibi
Ola kumlar sagışınca ömrüne hadd ü aded
Gelmeye bu şîşe-i çarh içre bir sâ'at gibi
Ger huzûr etmek dilersen ey Muhibbî fârig ol
Olmaya vahdet cihânda kûşe-i uzlet gibi
(Ak, 1987: 763)

Kanunî'nin şehzâdeleri olan Mustafa, Bayezid, Selim ve Cihangir de şiirler yazmışlardır. Çok iyi bir eğitim gören bu şehzâdelerin her biri talihsizlikler neticesinde Kanunî'nin gözleri önünde yok olup gitmişlerdir. Bunlardan bilhassa Şâhî mahlasıyla şiirler yazan Şehzâde Bayezid (1527-1562) ile Kanunî arasında cereyan eden manzum mektuplaşmalar gerek Osmanlı tarihi, gerekse Divan şiiri açısından türünün orijinal örnekleridir. İran'a sığınan Bayezid, babasına şöyle seslenmektedir:

Ey serâser âleme sultân Süleymânum baba
Tende cânum cânumun içinde cânânum baba
Bâyezidine kıyar mısun benüm cânum baba
Bî-günâhım Hak bilür devletlü sultânum baba
Enbiyâ ser-defteri ya'ni ki Âdem hakkıçün
Hem dahi Mûsî ile Îsî-i Meryem hakkıçün
Kâinâtın serveri ol Ruh-ı a'zam hakkıçün
Bî-günâhım Hak bilür devletlü sultânum baba
Sanki Mecnûnum bana dağlar başı oldu durak
Ayrılup bi'l-cümle mâl ü mülkden düştüm ırâk
Dökerüm göz yaşını vâ-hasretâ dâd el-firâk
Bî-günâhum Hak bilür devletlü sultânum baba
Kim sana arz eyleye hâlüm eyâ şâh-ı kerîm
Anadan kardaşlarumdan ayrılup kaldım yetîm
Yok benüm bir zerre isyânum sana Hakdur alîm
Bî-günâhum Hak bilür devletlü sultânum baba
Bir nice ma'sûmum olduğun şehâ bilmez misün
Anlarun kanuna girmekden hazer kılmaz mısun
Yoksa ben kulunla Hak dergâhına varmaz mısun
Bî-günâhım Hak bilür devletlü sultânum baba
Tutalum iki elim baştan başa kanda ola
Bu meseldür söylenür kim kul günâh itse n'ola
Bâyezîd'ün suçunı bağışla kıyma bu kula
Bî-günâhım Hak bilür devletlü sultânum baba
(Ak, 1987: 5-6)


Kanunî de yazdığı bir murabba ile "isyankâr şehzâde"ye cevap verir. Her iki şiir de lirizm ve samimiyet bakımından birbirinden güzeldir. Kanunî'nin âdeta bir şiir imtihanına tâbi tutulduğu hissiyle, oğlunun şiirine aynı vezin ve üslup içerisinde cevap vermesi dikkat çekicidir:

Ey dem-â-dem mazhar-ı tuğyân u isyânım oğul
Takmayan boynuna hergiz tavk-ı fermânım oğul
Ben kıyar mıydım sana ey Bâyezîd Hân'ım oğul
Bî-günâhım deme bâri tevbe kıl cânım oğul

Enbiyâ vü evliyâ ervâh-ı a'zam hakkiçün
Nûh u İbrâhim ü Mûsâ İbni Meryem hakkiçün
Hâtem-âsâr-ı nübüvvet Fahr-i Âlem hakkiçün
Bî-günâhım deme bâri tevbe kıl cânım oğul

Âdem adın etmeyen Mecnûna sahrâlar durak
Kurb-i ta'atden kaçanlar dâ'imâ düşer ırak
Ta'n değildir der isen Vâ hasretâ dârü'l-firâk
Bî-günâhım deme bâri tevbe kıl cânım oğul

Neş'et-i Hakdır nübüvvet râm olan olur kerîm
Lâ-tekul üf kavlini inkâr eden kalır yetîm
Tâ'ate isyâna alîmdür Hudâvend-i Kerîm
Bî-günâhım deme bâri tevbe kıl cânım oğul

Rahm ü şefkat zîb-i îmân olduğun bilmez misin?
Ya dem-i ma'sûmu dökmeden hazer kılmaz mısın?
Abd-i âzâd ile Hak dergâhına varmaz mısın
Bî-günâhım deme bâri tevbe kıl cânım oğul

Hak reâyâ-yı mutî'e râ'î etmişdir beni
İsterim mağlûb edem agnâma zîb-i düşmeni
Hâşe lillâh öldürürsem bî-günâh nâgâh seni
Bî-günâhım deme bâri tevbe kıl cânım oğul

Tutalım iki elin başdan başa kanda ola
Çünki istiğfâr edersin biz de afv etsek n'ola
Bâyezîdim suçunu bağışlarım gelsen yola
Bî-günâhım deme bâri tevbe kıl cânım oğul
(Ak, 1987 : 6-7)


Osmanlı tahtında sekiz yıl oturan bir diğer sultan şair II. Selim (1524-1574)'dir. Alî, Sâmî, Hâtemî, Firâkî, Ferdî, Nigârî, Nihânî gibi dönemin şair, âlim ve musikişinâslarını koruyan II. Selim, Selimî mahlasıyla şiirler yazmıştır. Ancak II. Selim'in şiirleri oğlu III. Murad (1542-1595)'ınkiler kadar kuvvetli değildir. Murâdî mahlasıyla şiirler yazan III. Murad, Osmanlı şiir tarihinde en fazla gazel yazan şairlerdendir. III. Murad'ın Türkçe Divânı'nda 1566 gazel bulunmaktadır. Divanındaki mülemmâlar, şairin Türkçe'yle birlikte, Arapça ve Farsça'ya hâkimiyetini de göstermektedir. Sultan III. Murâd'ın Türkçe Divânı dışında, biri Arapça ve biri Farsça olmak üzere iki divânı daha vardır. Osmanlı padişahlarının en bilginlerinden sayılan III. Murad, Şeyhülislâm Mehmed Sâdeddîn Efendi, Bekaî Efendi, Şeyh Şücâ Efendi, Tiryakî Hasan Paşa gibi devrin ünlü hocaları tarafından yetiştirilmiştir. Murâdî'nin birçok şiirinde tasavvufa temayülünü görmek mümkündür:

Bugün âşıkların esrârına âgâh olan gelsin
Bu meydân-ı mahabbetde fenâ fi'llâh olan gelsin

İki dünyâyı terk eden bu yola baş açık giden
İşi dil-dâr şevkinden dem-â-dem âh olan gelsin

Bu aşkın remzini fehm eyleyimez degme bir âkıl
Bunu anlamağa derd ehline hem-râh olan gelsin

Sana me'vâ yeter me'vâ yürü ta'n eyleme zâhid
Bize iki cihândan dâmeni kütâh olan gelsin

Bu râza ey Murâdî her kimesne olamaz mahrem
Bu aşkın mülkine ey ser-be-ser şâh olan gelsin
(Kırkkılıç, 1985:327)

III. Murad'ın oğlu Sultan III. Mehmed (1566-1603) de şair olup Adnî mahlasıyla şiirler yazmıştır. Onun şiirlerinde de babasının şiirlerindeki tasavvufî birikimi görmek mümkündür. 

Şiirlerinde Bahtî mahlasını kullanmış olan I. Ahmed (1590-1617), Mevlevî olmakla beraber, Şeyh Üftâde müridlerinden olan ve Bayramiyye'nin Celvetî kolunun pîri ünlü mutasavvıf Aziz Mahmud Hüdâyî (1543-1628)'ye bağlı idi. Bu bağlılık, aynı zamanda her ikisi de şair olan I. Ahmed ile Hüdâyî'nin şiirlerine de yansımıştır. "Aziz Mahmud Hüdâyî III. Murâd'ın vefatı üzerine:

Yalan dünyaya aldanma ya hû
Bu dernek dağılır divan eğlenmez
İki kapılı bir viranedir bu
Bunda konan göçer mihman eğlenmez


Dörtlüğüyle başlayan bir şiir yazmıştır. I. Ahmed'in de Aziz Mahmud Hüdâyî'ye bağlılığı ve sevgisi birçok kaynakta zikredilmektedir. Padişah, bu bağlılığı:

Varımı ben Hakka verdim gayri varım kalmadı
Cümlesinden el çekip bes dü cihânım kalmadı
(Kara, 1977 : 118)

Matlaı ile başlayan şiirinde dile getirmiştir."

Münâcât, Ramazaniye, İdiyye, Mersiye, Tarih, Tahmis, Murabba, Şarkı, Na't, Gazel gibi şiirin hemen her şeklinde ve türünde örnekler vermiş olan I. Ahmed, bir kısmı bestelenerek tekkelerde okunan coşkulu şiirler yazmıştır. Onun şu münâcâtı en çok bilinen şiirlerindendir:

Dil hânesi pür-nûr olur
Envâr-ı zikrullah ile
Iklîm-i ten ma'mur olur
Mi'mâr-ı zikrullah ile

Her müşkil iş âsân olur
Derd-i dile dermân olur
Cânın içinde cân olur
Esrâr-ı zikrullâh ile

Gamgîn gönüller şâd olur
Dem-besteler âzâd olur
Güm-geşteler irşâd olur
Âsâr-ı zikrullah ile

Zikr eyle Hakk'ı her nefes
Allah bes bâkî heves
Bes gayriden ümmîdi kes
Tekrâr-ı zikrullah ile

Gör ehl-i hâlin fırkasın
Çâk etti ceyb-i hırkasın
Devr eyle zikrin halkasın
Pergâr-ı zikrullah ile

Terk et cihân ârâyişin
Nefsin gider âlâyişin
Bu cân ü dil âsâyişin
Efkâr-ı zikrullah ile

Bahtî sana ikrâr eder
Tevhîdini tekrâr eder
Ihlâsını iş'âr eder
Eş'âr-ı zikrullâh ile
(Kayaalp, 1994 : 92)


Osmanlı tahtının talihsiz sultanlarından olan II. Osman (1604-1622) da şairdir. Aziz Mahmud Hüdâyî'ye bağlı olan II. Osman, Fârisî mahlasıyla şiirler yazmıştır. II. Osman'ın gazel, murabba ve müfredlerden oluşan divanı Topkapı Sarayı Kütüphanesi'ndedir. 

Tahta henüz 11 yaşındayken çıkan IV. Murad (1612-1640) da "Murâdî" mahlasıyla şiirler yazmıştır. IV. Murad, kendi devrinde yaşayan Şeyhülislâm Yahya, Nef'î, Nev'izâde Atayî, Ganizâde Nadirî, Azmizâde Hâletî, Cevrî gibi şairleri desteklemiştir. IV. Murad'ın, Hâfız Ahmed Paşa'nın Bağdad'ı muhasara ettiği halde, şehri almaya muvaffak olamaması karşısında, Paşa'ya olan öfkesini nazmen kaleme alması orijinal bir örnektir:

Hâfızâ Bağdâd'a imdâd etmeğe er yok mudur
Bizden istimdâd edersin sende asker yok mudur

Düşmanı mât etmeğe ferzâneyim ben der idin
Hasma karşı şimdi at oynatmağa yer yok mudur

Gerçi lâf urmakta yoktur sana hem-pâ biliriz
Lîk senden dâd alır bir dâd-güster yok mudur

Merdlik davâ edersin bu muhanneslik nedir
Havf edersin bari yanında dilâver yok mudur

Râfizîler aldı Bağdâd'ı tekâsül eyledin
Sana hasm olmaz mı Hazret rûz-ı mahşer yok mudur

Bû Hanife şehrin ihmâlinle vîrân ettiler
Senda âyâ gayret-i dîn-i peyamber yok mudur

Bî-haberken saltanat ihsân eder Perverdigâr
Yine Bağdâd'ı ihsân mukadder yok mudur

Rüşvet ile cünd-i İslâm'ı perişân eyledin
İşidilmez mi sanırsın bu haberler yok mudur

Avn-i Hakla intikâm almağa a'dâdan meğer
Bende-i dîn bir vezir-i dîn-perver yok mudur

Bir Alî-sîret veziri şimdi serdâr eyledim
Hızr peygamber mu'în olmaz mı rehber yok mudur

Şimdi hâli mi kıyâs eylersin âyâ âlemi
Ey Murâdî pâdişâh-ı heft kişver yok mudur
İsen, Bilkan, 1996: 195)


Osmanlı şiiri, devletteki sosyal ve siyasî çözülmenin aksine, sürekli bir gelişme ve yenilenme hâli yaşamıştır. Divan şiiri, XVI. yüzyılda en parlak dönemini yaşadıktan sonra, sosyal, siyasal ve ekonomik düşüşe zıt olarak, yeni ve farklı bir üsluplar içerisinde gelişmesini sürdürmüştür. Osmanlı sarayı, gerek Gerileme Dönemi'nin başladığı XVII. yüzyılda ve gerekse çözülmenin, artan gâileler ve ortaya çıkan sosyal buhranlarla iyice toplumu sardığı XVIII. yüzyılda, şiirin bu kendine has gelişmesinden bigâne kalmamıştır.

Bu dönemde ard arda tahta çıkan IV. Mehmed (1642-1693), II. Ahmed (1643-1695), II. Mustafa (1664-1703), III. Ahmed (1673-1736), III. Mustafa (1717-1774) ve III. Selim (1761-1808) gibi sultanlar da şiir yazmışlardır. II. Ahmed mahlas olarak "Ahmed" ismini tercih etmiştir. Sultan II. Mustafa,"İkbâlî", III. Ahmed "Necîb" , III. Mustafa "Cihângîr" ve III. Selim de "İlhâmî" mahlaslarıyla şiirler yazmışlardır. III. Ahmed, aynı zamanda hattat idi. Topkapı Sarayı önünde yaptırdığı çeşmenin cephesine, şu tarihi bizzat kendisi yazmıştır:

Târihi Sultân Ahmed'in cârî zebân-ı lüleden
Aç Besmeleyle iç suyu Hân Ahmed'e eyle du'â
(Aynur, Karateke, 1995:175)


III. Ahmed, sarayın arz odası üzerindeki besmeleyi de bizzat kendisi yazmıştır. III. Ahmed devrinde İstanbul'da yapılan çeşmeler, şair ve hattat sultanın şehir mimarisine verdiği önemi de göstermektedir. 

Osmanlı padişahları, sadrazam, vezir ve devlet ricali saray, konak ve evlerini her türlü sanat etkinliklerine açarak sanatın gelişmesinde önemli rol oynamışlardır. Bu bakımdan, Osmanlı şiirinin gelişmesinde padişah ve diğer devlet ricalinin destekleriyle oluşturulmuş "edebî muhitler"in önemi büyüktür. Necip mahlasıyla şiirler yazan III. Ahmed aynı zamanda, "Lâle Devri" olarak anılan kültür ve sanat hareketinin de baş mimarı olmuştur. Nedîm gibi, Divân şiirinin usta sanatçılarından birinin yetişmesi, Lâle Devri'nin sanatçıya sunduğu imkânlar neticesinde gerçekleşmiştir. 

Osmanlı Devleti'nin musikişinas sultanlarından IV. Mehmed ve III. Selim'in besteleri bilinmektedir. Özellikle III. Selim'in "Sûz-ı Dil-ârâ" makamını icâd ettiği, devrin ünlü şairi Şeyh Gâlib'le yakın dostluğu neticesinde, Galata Mevlevihanesi'ne sık sık giderek Gâlib'le şiir sohbetlerinde bulunduğu bilinmektedir. Şeyh Gâlib, bu dostluğun nişânesi olarak III. Selim için on kaside, yirmi altı tarih, bir terci' ve bir kısa mesnevi kaleme almıştır. III. Selim'in nakış yürük semai sûzidilârâ bestesi olan : "Âb ü tâbıyla bu şeb hâneme cânân geliyor" bestesi ünlüdür. Bir padişahın, ümmi olduğu bilinen şair Mürekkepçi Enverî'nin şu beyitini de bestelemiş olması, Osmanlı sultanlarının engin sanat kültürünü ortaya koymaktadır:

N'ideyim sahn-ı çemen seyrini cânânım yok
Bir yanımca salınır serv-i hırâmânım yok


III. Selim'in pek çok makamda 103 civarında beste yaptığı bilinmektedir. Padişahın yirmi eserinin güftesi, bizzat kendisinin yazdırdığı tek nüshası bilinen "Güfte Mecmu'ası"nda bulunmaktadır. III. Selim'in Sûzidilârâ Yürük Semâî makamındaki bir diğer ünlü eseri de şu beyitle başlayan eseridir:

Âb ü tâbile bu Şeb hâneme cânân geliyor
Halvet ülfete bir Şem-i Şebistân geliyor


III. Selim şiirlerinde çok samimi bir üslup kullanmaktadır. Onun Divân'ında, şiir serüvenini anlattığı şu şiiri, mütevazı şahsiyetini de yansıtmaktadır:

Besmeleyle ettim ana ibtidâ
Ya'ni mes'ûd ede Divânım Hudâ

Gerçi eş'ârımda nükte yokdurur
Hem fesahatta kusûrum çokdurur

Anı ben görmedim üstâddan hem
Hilâfım yok benim Allahu a'lem

Ne Farsî okudum ben hod ne Tarzî
Ne ta'lîm eyledim nazm-ı Hicâzî

Ne Bûstân okudum ben ne Gülistân
N'ola affeylese erbâb-ı 'irfân

Bana ilhâm-ı Hak oldukda muhtâs
Anınçün eyledim İlhâmî mahlâs

Eden bu lutfu Mevlâ-yı kerîmdir
Ezelden nâmımız Sultân Selim'dir

Selîm ismi değil çün bana mahsûs
Şi'irde etdim İlhâmî tahallüs

III. Selim'in mizacını ve mütevazi şahsiyetini yansıtan bir diğer şiiri de "saltanat" redifli gazelidir:

Bâğ-ı âlem içre gerçi pek safâdır saltanat
Vakf etsen bir kuru gavgâya câdır saltanat

Bu zamânın devletiyle kimse mağrûr olmasın
Kâm alırsan adl ile ol dem be-câdır saltanat

Kesb eder mi vuslatın bin yılda bir âşık anun
Meyl eder kim görse ammâ bî-vefâdır saltanat

Kıl tefekkür ey gönül çerhin hele devrânını
Geh safâ ise velî dâ'im cefâdır saltanat

Bu cihânın devletine eyleme zerre tama'
Pek sakın İlhâmî zirâ bî-vefâdır saltanat
(İsen, Bilkan, 1996: 229)

Osmanlı sultanlarından II. Mahmud (1784-1839) ve kızı Âdile Sultan'ın da sanatçı kişilikleri üzerinde durmak gerekmektedir. Hat ve musikî ile de uğraşan II. Mahmud, Adlî mahlasıyla şiirler yazmıştır. Mahur, Hicaz ve Hisarbuselik şarkıları bilinen II. Mahmud'un Hicaz Kalender bestesi şöyledir:

Ebrûlerinin zahmı nihândır ciğerimde
Gül ruhlerinin handeleri çeşm-i terimde
Sevdâ-yı muhabbet esiyor şimdi serimde
Takdîre ne çâre bu da varmış kaderimde

II. Mahmud'un kızı Âdile Sultan, Osmanlı hânedanında Divan tertip etmiş yegâne kadın şairdir. Hece vezniyle de şiirler yazmış olan Âdile Sultan'ın şiirlerinde, Yunus Emre, Fuzûlî ve Şeyh Gâlip gibi şairlerin etkisi görülür:

Bu gün meydân-ı aşk içre salâdır isteyen gelsin
Geçip cân le hem başdan bu devrânı bilen gelsin

Eğer kim cânına kıyan olur cânânınâ vâsıl
Anınçün meclis-i tevhîde hep câna kıyan gelsin

Visâl-i yâra tâlib zümre-i merdâna mhtâcdır
Bu sözü fark eden insân-ı kâmil her zamân gelsin

Bu gün al ders-i aşkı Âdile meydân-ı himmetde
Zamândır ma'rifet tahsîline tâlib olan gelsin
(Özdemir, 1996:426)


Âdile Sultan'ın şiirleri, aynı zamanda Osmanlı ailesinin tarihine ışık tutan vesikalar niteliğindedir. Gerek babası, annesi gerekse kardeşleri hakkında yazdığı pek çok şiir, kendi aile çevresiyle ilgili önemli ipuçları taşımaktadır. 

Osmanlı Devleti'nin sanatkâr sultanlarından biri de II. Abdülhamîd (1842-1918)'dir.

Onun şiir ve musikiyle ilgilendiği, gerek kendi hâtırâtında gerekse yakınlarının naklettiklerinde dile getirilmiştir. II. Abdülhamîd'in 1909'da tahttan indirilmesinden sonra yerine geçen Sultan Mehmed Reşâd (1844-1918)'ın Çanakkale zaferi üzerine yazdığı şiiri de Osmanlı sultanlarının şiir serüveni bakımdan önem taşımaktadır:

Savlet etmişti Çanakkale'ye bahr ü berden
Ehl-i İslâm'ın iki hasm-ı kavîsi birden

Lâkin imdâd-ı İlâhî yetişip ordumuza
Oldu her bir neferi kal'a-i pûlâd-beden

Asker evlâdlarımın pîşgeh-i azminde
Aczini eyledi idrâk nihâyet düşmen

Kadr ü haysiyyet pâ-mâl olarak etti firâr
Kalb-i İslâm'a nüfûz eylemeğe gelmiş iken

Kaplanıp secde-i şükrâna Reşâd eyle du'â
Mülk-İslâm'ı Hüdâ eyleye dâ'im me'men
(İsen, Bilkan, 1996:251)


Osmanlı padişahlarından Sultan Abdülaziz (1830-1876), Batı müziğiyle ilgilenen ağabeyi Sultan Abdülmecid'in aksine, Türk müziğini tercih etmiştir. Ney üflemede de mâhir olan Sultan Abdülaziz'in besteleri arasında Şevkefzâ şarkı: "Ey nevbahâr-ı hüsn ü ân" , Evcârâ şarkı: "Ettiğinden utanmaz mısın", Muhayyer şarkı : "Bî-huzurum nâle-i mürg-i dil-i dîvâneden", Hicaz sirto gibi sevilen eserler yer almaktadır. 

Osmanlı Devleti'nin son sultanı VI. Sultan Mehmed Vahîdeddîn (1861-1926) de sanatçı bir kişiliğe sahiptir. Kanunî ve bestekâr olan Vahîdeddîn'in bu yönü yakın zamana kadar teferruatıyla bilinmemekteydi. Vahîdeddîn'in bestelerini yayınlayan Murat Bardakçı, son Osmanlı padişahının bu hususiyetini de ortaya koymuştur. Vahîdeddîn'in çeşitli makamlarda toplam 41 beste yaptığı bilinmektedir. Son Osmanlının 8 Mart 1923'te Taif'te yegâh makamında bestelediği şu şarkı, onun içerisinde bulunduğu ruh hâlini de yansıtmaktadır:

Hayli demdir ben cüdâyım lâne-i vîrâneden
Düşümüşüm vahşet iline cümle-i cânâneden
Aks-i sadâ bile gelmez nâle-i figâneden
Kalmadı ümmîd ü kudret cism-i nâ-tuvâneden

Âh yeter Allah'ım yeter ! Şuna insan dayanmaz
Bunca mihen firkate hem ten ü cân dayanmaz
(Bardakçı, 1997:10)


Sultan Vahîdeddîn'in besteleri, sürgünde bulunduğu sıradaki yalnızlığını ve üzüntülerini de ortaya koymaktadır. Onun, güftesi Fuzûlî'ye ait olan şu Nihavend şarkısı, gurbetteki yalnızlık duygusuyla bestelenmiştir:

Dost bî-pervâ bî-rahm devrân b'i-sükûn
Derd çok hem-derd yok düşmen kavî tâlî' zebûn (...)


Sultan Vahîdeddîn'in besteleri arasında dikkat çeken ana tema "vatan hasreti"dir. Onun besteleri arasında bulunan ve muhtemelen güftesi de kendisine ait olan Sûzidil Şarkı, bu hasreti yansıtmaktadır: 

Felâket bâğını gezdim serseri
Feryâd u zârımı duyan kalmamış
Aradım o şâhin yiğit erleri
Yattıkları yerde nişân kalmamış
(Bardakçı, 1997:10)


Osmanlı hânedanının son üyelerinin, Batı ile olan münasebetlerin kültür ve sanat alanlarında da yoğunlaşmasının neticesinde, daha ziyade Batı müziğiyle ilgilendikleri bilinmektedir. Büyük bir edebî geleneğin yozlaşarak "aslî unsurlarını kaybetmesi", bir sonun başlangıcı olmuş ve Dede Efendi'nin de belirttiği gibi, "artık bu oyunun tadı kalmamış"tır.


KAYNAK: http://www.yagmurdergisi.com.tr/archives/konu/sultanlarin-siiri---siirlerin-sultani

İSTANBULDA VALİDE SULTANLARİN ESERLERİ


Valide sultanların yaptırdığı camiler İstanbul’un dört bir yanını süslüyor. Her biri banileri gibi zerafet ve sadeliğiyle göz kamaştırıyor. Ancak saray hanımlarının vakfettiği daha nice eser var.

Üç medeniyetin doğuşu ve batışı izlenir surlarından. İsmi değişse de, şehrin tarih durakları arasında bir kadın izine rastlanır hep. Rivayete göre şehir de bir kadın için kurulmuştur zaten. Efsane ve masallarla bezeli İstanbul’a bugün de baksak kadın emeğine rastlanır her köşe başında. Bize bu göz seyrini valide sultanlar armağan eder. Osmanlı Devleti’ni yöneten padişahların eşleri ve anneleri yaptıkları hayırlarla süsler bu güzide şehri. Vakıf banisi onlarca sultan yetiştirir hanedanlık. Valide sultanlar Osmanlı’nın hayır kervanının önündedir her zaman.

Valide sultanlık unvanı, İstanbul’un fethinden sonra ortaya çıkar. Topkapı Sarayı’na yerleşen ilk padişah validesi, Sultan II. Bayezid’in annesi Gülbahar Hatun olur. Ancak bu makamı ilk olarak Yavuz Sultan Selim’in eşi ve Kanunî Sultan Süleyman’ın annesi Hafsa Valide Sultan alır. Valide sultanlar kendilerine tahsis edilen maaş ve geliri, yoksullar için tahsis eder. Hastane, külliye, imarethane, çeşme, kütüphane, şifahane, köprü ve sayısız cami yükselir böylece hanedan sınırları içerisinde. Bu yapılar inşa edildiği dönemlerde şehirlerin sosyal yapısını da değiştirir. Hatta bazı semtler hâlâ o yapıların ismiyle anılır: Haseki, Mahmutpaşa, Cerrahpaşa gibi...

Hanedanlıkta ilk hayırla anılan kişi I. Murad’ın annesi Nilüfer Hatun olsa da şüphesiz tek olmayacaktır. Zira banisi olduğu eserlerle tarihe geçenlerden biri de Çelebi Mehmed’in kızı Selçuk Hatun’dur. Osmanlı’nın kuruluş döneminin hayırseverlerinin başında gelen Selçuk Hatun, 1450’de Bursa’nın Kayhan semtinde küçük bir mescit yaptırır. Ardından sırasıyla Mihraplı Köprü, ardından sırasıyla Aksaray’da bir cami, Bursa’da tabhane, Balıkesir’de zaviye ve Manisa’da Sultaniye Külliyesi’ni yaptırır. Cennet mekân Selçuk Hatun’un ardından bu geleneği sürdürecek sultanlar da yetişmekte gecikmez. Bilhassa on altıcı yüzyılın ortalarında temeli atılan vakıf medeniyeti yıllar boyunca validelerimizin omuzlarında yükselmeye devam eder. Yükseliş ve duraklama döneminin ilk yılları valide sultanların çağı olur adeta. Hafsa, Hürrem, Safiye, Nurbanu sultanlar tebaanın sevgisini kazanır. Daha sonraki dönemlerde ise Kösem, Hatice Turhan, Bezm-i Âlem Sultanlar rikkat ve cömertlikleriyle anılır.

Dünyanın ilk kadın hastanesi: Haseki

Valide sultanların eserleri denildiğinde öncelikle camiler gelir akla. Zira İstanbul’un çeşitli semtlerinde valide camileri, bugün de aradan yüzyıllar geçmesine rağmen secdegâh olarak hizmet vermeye devam ediyor. Fakat onların banisi olduğu eserler sadece mescitlerden ibaret değil. Yaptırdıkları eserlerin tamamını bu haberde zikretmemiz ne yazık ki mümkün değil. Ancak onları hayırla anmak gayemiz olması hasebiyle birkaç örnek vermeden geçemeyeceğiz. Dilerseniz Haseki Hastanesi ile başlayalım. Hürrem Sultan tarafından Mimar Sinan’a on altıncı yüzyılda inşa ettirilen hastane, dünyanın ilk kadın sağlık kurumu olarak tarihe geçer. Buradaki Darü’ş-Şifa’da 1873’ten sonra akıl hastaları tedavi edilir. Atik Valide Külliyesi’ni kuran Nurbânu Valide Sultan (II. Selim’in eşi, III. Murad’ın annesi) ise Osmanlı’ya kütüphanecilik geleneğini getirir. Onu takiben Sokullu Mehmet Paşa’nın eşi, İsmehan Sultan da binlerce kitap içeren kütüphaneyi Eyüp’te inşa ettirir. Sultan IV. Mehmet’in eşi Gülnuş Valide Sultan, Balkan coğrafyasında adını taşıyan birçok eseri vakfeder. Gülnuş Valide Sultan’ın İstanbul, Sakız Adası ve Mekke’de de yaptırdığı hayır eserleri bulunuyor. Bezmiâlem Valide Sultan’ın (II. Mahmud’un zevcesi, Abdülmecid’in annesi) banisi olduğu hayır eserlerinin başında İstanbul’un Yenibahçe semtinde yer alan ve bugün de hizmete devam eden ‘Gureba-i Müslimin Hastanesi’ geliyor. Hastanenin yapımında 1826’daki kolera ve 1843’teki çiçek hastalığı salgını etkili olmuş. 1845’te açılan kurum ‘Gureba Hastanesi’ ve ‘Bezmiâlem’ adlarıyla hizmet vermiş. Hastane bugün de Bezmiâlem Vakıf Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi olarak faaliyetine devam ediyor. Sultan Abdülaziz’in annesi Pertev Nihal Valide Sultan, kendi adıyla ayakta kalan mektebi kurar. Son dönem saray hanımlarından bir diğeri II. Mahmut’un kızı Adile Sultan ise 27 vakfı hayata geçirir. Ayrıca sahipsiz kadınlar için sığınma evi açarak Osmanlı tarihinde bir ilke imza atar.

İstanbul’da halkın yararına yaptırılan çeşmelerin sayısı da binleri bulur. Ancak bir tanesi vardır ki görülmeye değer. III. Selim, 1806’da Beykoz Küçüksu’da bir kasır inşa ettirir. Onun hemen yanı başında nakış gibi işlenmiş bir çeşme göze çarpar.  Küçüksu Çeşmesi, Sultan III. Selim’in göz bebeği annesi Mihrişah Sultan’a sunulmak üzere yaptırılır. Yaklaşık sekiz metre yüksekliğindeki çeşme, günümüze ulaşan valide sultan hayratlarının en alımlısı olarak İstanbullulara göz kırpıyor. Zeynep Sultan Çeşmesi,  Sultan III. Murad’ın kızı Ayşe Sultan’ın, eşi Kanijeli İbrahim Paşa için yaptırdığı Şehzade Camii yakınındaki çeşme, Sultan III. Mustafa’nın kızı Beyhan Sultan’ın banisi olduğu Kuruçeşme, Saliha Sultan’ın yaptırdığı Azapkapı’daki büyük çeşme de valide sultanların hayratları arasında.

Bugün ne yazık ki saray entrikalarıyla ismi zikredilen ya da hanedanlığı yönetmekle suçlanan valide sultanların hikâyelerine baktığımızda saray hayatından fazlası çıkıyor karşımıza. Esasen kimi zaman hükümdarların yetersizliği kimi zaman da yaşlarının küçük oluşu, sarayda hanım sultanların etkinliğini artırmış. Hatta tarihçilerin bir bölümü Hürrem Sultan’dan başlayarak bir dönemi ‘kadınlar saltanatı’ olarak anıyor. Ancak onların ülkeyi yönettikleri veya çöküşe sürükledikleri iddiası asılsız kalıyor. Zira Osmanlı yönetim yapısı ve mekanizmaları padişaha destek olacak şekilde birçok birime ayrılıyor. Sözünü ettiğimiz gerekçelerle iktidara katkı sağlayan valide sultanlar, Osmanlı’nın kültür ve toplumsal hayatını şekillendiriyor. İstanbul’u ve Anadolu’yu birbirinden değerli eserleriyle donatıyorlar. Valide sultanların, harem teşkilatının işleyişinden, medreselerin artırılmasına kadar pek çok alanda emekleri var. İhtiyaç duyulduğunda mal varlıklarını Devlet-i Aliye’nin seferleri için de feda etmişler. Örneğin Mihrimah Sultan o kadar zengin ve devlet işleriyle ilgiliymiş ki, babası Kanunî Sultan Süleyman’ı Malta Seferi’ne çıkmaya ikna etmek için kendi cebinden ödeyeceği dört yüz gemi yapımı için söz vermiş. Bazıları kutsal topraklara duyduğu muhabbeti su kanalları yaptırarak gösterirmiş, bazıları da serhat şehirlerine köprüler inşa etmeyi tercih etmiş. Bu hayır yarışının imparatorluğun güçlü dönemlerinde sınırlı kaldığını düşünenler de çıkabilir. Oysa valide sultanlar ve saray hanımları, Osmanlı’nın yıkılışına kadar tebaa ve reayanın menfaati için çabalar. Toprak kayıplarının yaşandığı çöküş döneminde mücevherlerini Hilal-i Ahmer’e bağışlar, değerli eserleri korumak adına kütüphaneler açmak için ellerinde ne var ne yok hibe ederler. İlim ve birikimlerine rağmen İstanbul’dan ayrılmak geçmez akıllarından. Lakin Osmanlı’nın yıkılışı esnasında hanedan üyesi olarak yurtlarından sürgün edilen sultanların pasaportları dahi geri dönmemek üzere hazırlanır. Bir bilinmezliğe doğru yol alınan bu seyahatlerden geriye cefa kalır. Yakın tarihimizi hüzne boyayan nice hadiseye şahitlik eden sultanları bir Fatiha ile anmamız için ne çok eser var halbuki.

Kaynak: http://www.yenibahardergisi.com/yenibahar/newsDetail_getNewsById.action?newsId=270895


6 Eylül 2014 Cumartesi

SAKA KUŞU GARRİNCHA

Garrincha...


1953 yılında, Brezilya Botafogo Takımı'nın sol beki Nilton Santos, kendisine hiç bitmeyecekmiş gibi gelen ve sürüm sürüm yerlerde süründüğü bir antrenman maçı sonrasında yöneticilere koşar, "Bu topal canavarı hemen takıma alın, bir daha sakın karşıma rakip çıkarmayın, yoksa halimiz harap!" der. Henüz yirmi yaşındaki topalın adı Manuel Francisco Dos Santos'tur ve saka kuşu demek olan 'Garrincha' lakabıyla anılacak, Santos'la birlikte 13 yıl top koşturacak, Brezilya'ya iki dünya şampiyonluğu kazandırdıktan sonra, futbol tarihine bütün zamanların 'Selaçao'su diye yazılacak ve bu unvanı yalnız Pele ile paylaşacaktır. Garrincha, resmen topaldır. Sağ dizi içeriye, sol dizi dışarıya dönük olup, ölçümlere göre sol bacağı diğerine göre tam altı santim daha kısadır ve gözlerinde de belirgin bir şaşılık vardır. Ancak Garrincha, o bacaklarla kimsenin koşamadığı gibi koşmakta, üstelik ne yana koşacağı anlaşılamamakta; aldığı topu sanki çarpık bacaklarında mıknatıs varmış gibi bırakmamakta ve onun ne yana vuracağını kestirmeye çalışan rakip futbolcular, şaşılığı dolayısıyla nereyi şavulladığını bir türlü görememektedirler. Yalnız fiziksel değil, ruhsal anlamda da gariptir Garrincha. Okumaz ve yazmaz, takım toplanıp taktik saptanırken, kendisinden dışarıya çıkıp ping pong oynaması istenir, çünkü hiçbir taktiğe uymak alışkanlığı yoktur; futbolu aklına estiği gibi, içgüdüleriyle oynamaktadır. 1958 Dünya Kupası'nın ilk iki maçında, Brezilya oynatmaz Garrincha'yı. Psikoteknik testleri geçememiştir ve 'dengesizliğine' güvenilmemektedir. Canavar saka, adını tarihe SSCB'ye karşı oynanan maçta yazar. Rus sol beki Boris Kuznetzov ve kaleci Lev Yaşin için karabasana dönüşen karşılaşmada, 'bilimsel' Sovyet futbolunu darmadağın eder Garrincha. 2-0 kazanılan maçtan sonra, İsveç'e atılan 5 golle Brezilya dünya şampiyonu ve çarpık bacaklı melek, yeryüzündeki tüm sol beklerin korkulu düşüdür. 1962 yılında, Pele sakatlanınca geminin dümenini ele alan ve iyice azan Garrincha, artık sol beklikle yetinmez ve tüm sahaya yayar egemenliğini. Çekoslovakya'ya karşı kazanılan 3-1'lik dünya şampiyonluğu sonrasında, tüm Brezilya, Manuel'in kısaltılmışı olan 'Mane' temposuyla dans etmektedir.Ancak Garrincha'nın özel yaşamı da bacakları gibi çarpıktır. Hamile bıraktığı için on dokuz yaşında evlenmek zorunda kaldığı Nair adlı karısından yedi kızı vardır ve bir gecekonduda yaşatmaktadır ailesini. Okumaz ve yazmaz olduğu için, kontratlarını zar zor imzalar ve sayıları bilmediğinden 'ücret' hanesini boş bırakır. En önemlisi, alkoliktir. Hep değerinin altında kazandığı parasını har vurup harman savururken, ülkenin ünlü şarkıcısı Elza Soares'e âşık olur. Elza da tutulmuştur çarpık bacaklı küçük sakasına. Tam 15 yıl sürer beraberlikleri, ama Elza'nın tüm uğraşları Garrincha'yı alkolden koparamaz.1966 Dünya Kupası'nda, sağ dizindeki menüsküsler alınan büyük oyuncu, yerlerde sürünmektedir. Kasap antrenörler, kortizon vuruşlarıyla oynatmaktadır hasta sakayı. Elza'nın kendisini terk etmesinden sonra, içki parası için kasaba takımlarına düşer. Ve 1982 yılının Noel gecesi, 49 yaşında, bir Rio sanatoryumunda kortizon ve alkolden harap gövdesi son soluğunu verirken, bir zamanlar yeşil çim sirklerinin neşesi olan bu acıklı palyaço, tek başınadır. Ancak Garrincha'nın yaşam öyküsü, Ruy Castro'nun yazdığı 'Yalnız Yıldız' kitabıyla ölümsüzleşmiştir.
Mine Kırıkkanat (Radikal)