26 Kasım 2013 Salı
ZORLUK DERECESİ SİİRİ
21 Temmuz 2013 Pazar
SEKSENLERDE FUTBOL VE MUZİK
Sabah sabah onun France Football kapağındaki fotografını görünce 80'lerden en çok özlediğim şeyin o olduğunu farkettim. Dün arkadaşlarla bir seksenler muhabbeti vardı. Seksenler sanki geçtiğimiz yüzyılın lanetli on yılı gibidir.
Seksenlerde giyim tarzı, danslar hep hatırlamak istemediğimiz aptallıklarımız gibi durur. Başka hangi on yılda kadınlar abuk sabuk vatkalar takmış, erkekler kilim desenli yelek, kumaş pantlon altına beyaz çorap giymiş ya da kot pantlonun içine soktuğu shetland kazaklarla dolaşmıştır ki? Break dans gösterilerinin yapılıp iki kişinin kapıştığı ve sonra arkadaşlarının puanladığı ve kimin daha çok arkadaşı geldiyse onun kazandığı başka sokak dans yarışması var mıdır seksenler dışında herhangi bir on yılda yapılan?
Seksenlerden kalan iki güzel şey var: Birincisi müzik ve sinema, Michale Jackson, Madonna vs. gibi büyük POP şarkıcılarının doğuşu ve büyüyüşü, "is the final countdown ile kendimizden geçişimiz", Rocky'nin Adrian diye böğürmesi ve "Eye of the Tiger" şarkısı ile kaplanın gözleri ile tanışmamız, diğeri ise Maradonalı, Socratesli, Zicolu, Platinili futbol yılları. Bir daha hiçbir zaman Alman Milli takımı benim için o kadar kalas oyuncu olmasına rağmen o kadar sempatik gelmemiştir bana. Fransa hiçbir zaman Platinili, Ardilesli, Tiganalı kadrosu kadar estetik durmamıştır. Real Madrid Santiliana, Butragueno, Valdano, Hugo Sanchezli kadrosu kadar beni heyecanlandırmamıştır. Juventus kalbime o yıllarda kazınmıştır mesela.
Hiçbir dünya kupası bana 86'da Arjantin Milli Takımı'nın kazandığı kupa kadar efsanevi gelmez. Keza Maradona gibi bir adama da seksenlerin ikinci yarısında aşık olmadık mı? Seksenler birçok açıdan unutmak istediğimiz yıllar bizim yaş grubunun . Ama futbolun ve Maradona'nın da içimize işlediği yıllar.
Kaynak:http://futbolmanya.blogspot.com/2009/07/seksenler.html?m=1
7 Haziran 2013 Cuma
Dünya Gerçekleri : Taksim gezi parkı olaylarının iç yüzü
Bu hafta TCMB çok önemli bir karar aldı. Bankaların Kredili Mevduat Hesapları (KMH) faizine ciddi bir sınırlama getirdi. Burada haksız ve fahiş faiz oranı tavanını yüzde 2.2 olarak belirledi. Bankalar, bu hesaplara aylık yüzde 5’e kadar çıkan faizler uyguluyordu.
İnanın bu Cumhuriyet tarihinde finans oligarşisine vurulmuş en büyük darbelerden birisidir.
KMH’ları liderliğini -bir kamu bankasını dışarıda tutarsak- İş Bankası yüzde 20 ile elinde bulunduruyordu.
(mehmet ali alaboranın neden mesele başka dediğini anlamışsınızdır. çünkü iş bankası ile 2,5 trilyonluk reklam anlaşması güme gideçek)
Bakın Türkiye’de finans oligarşisinin hortumunu kestiğiniz zaman ya da objektif koşullar gereği, finans oligarşisi gerilediği zaman, rejim önce sallanır, sonra değişir.
Tabii darbe ile... 1960, 1971, 1980 ve 28 Şubat 1997... Hep böyle olmuştur. Çok yazdım ama yine yazayım;
28 Şubat’ın en ciddi ekonomik nedeni, Erbakan’ın faizleri hızla düşürecek -çünkü kamu borçlanma gereği de aşağıya geliyordu- havuz sistemi idi.
Bu sistem, kamu iktisadi teşebbüslerinin (KİT) hesaplarını bir kamu bankasında topluyor ve KİT’ler yine, ihtiyaçları olduğu zaman, bu ortak havuz hesabından düşük faizle borçlanabiliyorlardı.
Bu faizleri hızla aşağıya çekecek bir uygulama olduğu gibi, finans oligarşisinin faiz hortumunu kesiyordu. Sonuçta 28 Şubat oldu ve bunun gibi birçok hortum yeniden -askerle- tesis edildi.
Reyhanlı, sermaye çıkışı ve Taksim...
Tam da şimdi, aynen 28 Şubat öncesinde olduğu gibi, Türkiye’nin, faizleri daha da aşağıya çekecek yeni bir ekonomi politikasına, ilk defa TCMB’nin de desteği ile girdiğini görüyoruz.
Burada Başbakan’ın ve Numan Kurtulmuş’un belirleyiciliği artıyor.
Ekonomi ve Sanayi Bakanlıkları’nın haklı olduğu belirginleşiyor ve (Yani Zafer Çağlayan ve Nihat Ergün’ün söyledikleri) sürece damgasını vuruyor.
Son 15 gündür, malum çevreler, gelişmekte olan ülkelerden sermaye çıkışını da fırsat bilip, Türkiye’den hızlı sermaye çıkışını da tezgâhladılar.
Bunu hep yapmışlardır. Böylece faizleri ve kuru yukarı çekmeyi başarıp, TCMB’nin daha fazla faiz indirmesinin önüne geçmeye çalıştılar.
Tabii ki bunun dışında, bu köşede hep yazıldı, Türkiye’nin sanayide Almanya ile rekabeti ve uzak pazarlarda kapışması, enerji hatlarını, özellikle Güney Gaz Koridoru ile çeşitlendirerek Rusya tekelini kırması, Irak ve savaş sonrası Suriye’de belirleyiciliğinin artması bizim finans oligarşisinin dış ortaklarının hiç istemediği şeyler...
İnanın CHP’yi Reyhanlı katliamına kadar bunun için cepheye sürdüler, şimdi de bir iç kalkışma ve sonucunda yine post-’modern’ bir darbe için son kozlarını oynuyorlar.
İşte budur, olan bitenin arkasındaki temel ekonomi...
1 Haziran 2013 Cumartesi
ŞİİR DEMETİ 1
20 Mayıs 2013 Pazartesi
GENÇ OSMAN'IN ÖLÜMÜ
Osmanlı sultanlarının on altıncısı ve İslam halifelerinin seksen birincisi. Babası Sultan Birinci Ahmed Han, annesi Mahfiruz Hadice Sultandır. 1604 senesinde İstanbul’da doğdu. İyi bir eğitimle yetiştirildi. Arapça, Farsça, Latince, Yunanca, İtalyanca gibi doğu ve batı dillerini öğrendi. Kuvvetli bir edebiyat, tarih, coğrafya ve matematik tahsili gördü. 26 Şubat 1618 günü babasının yerine tahta geçen amcası birinci Mustafa’nın rahatsızlığı yüzünden tahtı bırakmaya mecbur olması üzerine, Osmanlı sultanı oldu.
İkinci Osman’ın tahta çıkışının ilk aylarında İran ile barış antlaşması imzalanarak harbe son verildi. 1620 yazında Halil Paşa kumandasındaki Osmanlı donanması İyonya Denizini kuzeye doğru geçerek Otranto Boğazında Adriyatik’e geldi. Dıraz üssünde iki İtalya gemisini ele geçirdi. Daha sonra batıdan doğuya doğru Adriyatik Denizine geçerek Manfredonia Körfezine girdi ve İtalya’ya asker çıkardı. Kısa sürede Manfredonia liman ve şehrini fethetti. Halil Paşa, bu zaferini Padişaha ve hususi bir mektupla da şeyhi Üsküdarlı Aziz Mahmud Hüdai hazretlerine bildirdi ve çok hayır dua aldı.
Bu sırada Boğdan Voyvodası Gratiani Osmanlıya karşı cephe almıştı. İhaneti üzerine azledilen Gratiani Lehistan’a sığındı ve büyük destek gördü. Bu devletten aldığı 50-60 bin kişilik bir kuvvetle Osmanlı topraklarına saldırdı. Ancak Özi Beylerbeyi İskender Paşa, süratle harekete geçip bu kuvvetleri Turla Nehrini geçerken imha etti. Düşman ordusundan 120 top ile arabalar dolusu zahire ganimet olarak alındı.
Diğer taraftan Sultan Osman, Lehistan’ı ele geçirip, Baltık Denizine çıkmak, orada bir donanma kurarak, Atlas Okyanusuna geçip Avrupa Hıristiyanlığını, hem Akdeniz hem okyanus donanmalarıyla çember içine almak gayesiyle 21 Mayıs 1621’de Cuma namazını kıldıktan sonra sefere çıktı. 1 Eylül 1621’de Hotin önüne varıldı ve kale derhal kuşatma altına alındı. 35 gün devam eden muharebelerde kale birkaç defa düşmek durumuna geldiyse de yeniçerilerin itaatsizliği ve devlet adamlarının arasındaki geçimsizlikler, kesin neticenin elde edilmesine mani oldu. Ancak Nogay tatarlarının beyi Kantemir Mirza ile Kırım Hanının oğlu Nureddin, Lehistan içlerine kadar akınlarda bulunarak pek çok ganimetle döndüler. Neticede kış mevsiminin gelmesi üzerine Lehistan’la barış yapılarak geri dönüldü.
Lehistan Seferinde tam muvaffakiyet elde edemeyen Sultan, bunun sebebinin askerlerin gayretsizliği olduğuna inanıyor ve bazı ıslahatlar yapmak istiyordu. Kapıkulu ocaklarını kaldırarak, yerine Anadolu, Suriye ve Mısır Türklerinden müteşekkil, sadece askerlikle uğraşan, padişahın emirlerine itaat eden bir ordu kurmak istiyordu. Aynı zamanda saray, harem ve ilmiye teşkilatlarında da esaslı değişiklikler düşünüyordu. Ancak onun bu ıslahat fikirlerine kapıkulu ocakları açıkça karşı çıkıyor, ilmiye sınıfı da çok çekimser davranıyordu. Nitekim, Osman Hanın hacca gitme arzusunu bahane eden yeniçerilerle sipahiler ayaklandılar. Öncelikle Osman Hanın hacca gitmekten vazgeçmesi isteğiyle başlatılan isyan, daha sonra bazı devlet adamlarının kellesinin istenmesiyle büyüdü. Neticede, isyan, Sultan Osman Hanın hal’i ve Sultan Mustafa’nın ikinci defa tahta geçirilmesiyle son buldu.
İsyan sırasında Sultan Osman’ı ele geçiren caniler, reva gördükleri ağır ve kötü sözlerle Orta Camiye götürerek orada hapsettiler. Genç padişahın maruz kaldığı hakaretin haddi hesabı yoktu. Yaptıkları eza ve cefa onu boynu bükük ve perişan bir hale koymuştu. İkinci Osman Han, kendisine eziyet eden ocak ağalarına karşı; “Dün sabah padişah-ı cihan idim, şimdi uryan kaldım; merhamet edip halimden ibret alın; dünya size dahi kalmaz; hangi padişahın kulları padişahlarına bu ihaneti ettiler” diyerek yalvardı ise de, bu sözlerin caniler üzerinde hiçbir tesiri olmadı.
Orta Camide Genç Osman’ın muhafazasına Haseki Sarı Mehmed Ağa tayin edildi. Yeniçeriler, Sultan İkinci Osman’ın hayatına dokunulmayarak kafes hayatı yaşamasını istiyorlardı. Nitekim, çok hain bir kimse olan yeni Sadrazam Davud Paşa onu öldürtmek için cebeci başına emir verince, yeniçeri ağaları mani oldular. Osman Han, hayatına kasteden Davud Paşaya; “Behey zalim, ben sana neyledim? İki defa mucib-i katl cürmünü affedip öldürmedim, mansıp verdim, bana gadrin nedir?” diye bağırdı.
Buna rağmen, Davud Paşa, cumadan sonra en güvendiği adamları olan cebecibaşı ile kalender uğrusu denen zabite, Sultan Osman’ı Yedikule’ye götürerek boğmalarını emretti. Eski sultanın Yedikule’ye götürülüşünü seyretmek üzere yollara biriken halk, o tarihe kadar görülmemiş kalabalığı teşkil ediyordu.
Yedikule’ye gelindiği zaman, vakit akşama yaklaşıyordu. Davud Paşanın emriyle oraya kadar gelen binlerce asker dağıldı. Daha sonra Davud Paşa, cebecibaşına ve kalender uğrusuna dönerek; “Yanınıza sekiz cellad alıp, Osman’ın işini bitirin. Yarına kalmasın.” dedi.
Sultan Osman, günlerden beri perişan vaziyette, aç ve uykusuz olduğu halde, kendisini son nefesine kadar müdafaa etmeye karar vermişti. On celladın ilk hücumu netice vermedi. Bire on nispet olmasına rağmen, cellatlar, silahsız padişahla mücadele edemeyeceklerini anladılar. Kementten başka silah da kullanmak istemiyorlardı. Çünkü hanedandan olanın kanı akıtılamazdı. Buna rağmen, dışarıdan balta alan cellatlara genç sultan, büyük bir ustalıkla karşı koydu. Fakat arkasından gelen bir cellat, baltası ile omzuna vurarak fena şekilde yaraladı. Bu durumu fırsat bilen cebecibaşı kemendi Osman Hanın boynuna geçirdi ve yere düşürdü. Diğer caniler de üzerine yüklenerek genç padişahı şehit ettiler (20 Mayıs 1622). Şehit Sultanın cenazesi, o gece Topkapı Sarayına götürüldü. Ertesi gün yapılacak cenaze törenine hazırlandı. Öğle namazından sonra kılınan cenaze namazını müteakip, Sultanahmed Camiinde babasının türbesine defnedildi.
Genç Osman’ın şehit edilmesi, tarihimizin en acıklı olaylarındandır. Genç Osman’ın öldürülmesi, Anadolu’da bazı isyanların çıkmasına sebep oldu. Millet, padişahın öldürülmesini hiçbir zaman hazmedemedi ve onun katillerini nefretle andı.
Sultan İkinci Osman Han, güneş yüzlü, heybetli, yüksek himmet sahibi, bahadır bir padişahtı. Fevkalade iyi bir binici, silah ve harp aletlerini kullanmakta pek mahirdi. Şecaat ve binicilikte akranı pek az olup, şirin çehreli ve güzel tavırlıydı. Gençliğinin en parlak günlerinde tahta çıkıp, tecrübeli, akıllı ve sadık bir yardımcıya malik olmayışı, kendisine bu hazin sonu hazırlamıştı. Yazmış olduğu şu beyt, onun ıslahat ve düşünceleri ile muhaliflerinin durumunu çok güzel ifade etmektedir.
Niyyetim hidmet idi saltanat ü devletime
Çalışır hasid ü bedhah ecel nekbetime
Sultan Genç Osman dini ve fenni ilimlerde alimdi. Farisi mahlasıyla yazdığı şiirlerinin toplandığı Divan’ı vardır.
9 Mayıs 2013 Perşembe
Bir Şair ÜMİT YAŞAR OĞUZCAN
En güzel aşk ve ayrılık dolu satırları melankoli dolu bir ruhla şiirlere dönüştüren Ümit Yaşar Oğuzcan’ı bir başka pencereden tanıtmak istedim.
Şairler vardır...Duygularını dillendirirler...
Şairler vardır...Yaşadıklarını yazarlar...
Ümit Yaşar Oğuzcan, hem duygularını hem de yaşadıklarınışiirlerinde melodileştirmiştir...
Bir gelinlik kızın ince,nazenin parmaklarında nakşettiği; imbikten süzülür gibi göz nurunu, hayallariyle harmanladığı gergefindeki renkler gibi...
Bülbülün,gül için dile getirdiği özgün şarkılar gibi...
Bir kelebeğin bir günlük yaşamındaki ürkek uçuşlarındaki telaşlar gibi...
Genç yaşta uçup giden bir duygu adamı ...
Sevenlerin,sevgililerine olan özlemlerini, acılarını, sevinçlerini en güzel paylaşandır, Ümit Yaşar...
Bir yaz gününün dayanılmaz sıcaklarında serinlediğimiz; kış sıcaklarında içimizi ısıtan duygulardır bunlar...
Sevgilisinin bakışlarıyla ayakları yerden kesilen melek ruhlu aşıkların sesidir, Ümit Yaşar,
Ümit Yaşar; Babadan şair bir insan. Mersin’li olan Ümit Yaşar Oğuzcan'ın babası Lütfü Oğuzcan da şairdi. Şair Lütfü Oğuzcan oğlu Ümit Yaşar’a bir gün bir şiir yazar.
"Bak dünya ne güzel, bu sitem niye,
Ettim ben adımı sana hediye.
Mutluyum ey oğul babanım diye,
Çarptırma hicvinle cezaya beni."
Bir baba durduk yere oğluna sitem edecek ve bu sitemini şiirle anlatacak. Olacak şey değil !!! Baba Lütfü Oğuzcan'ın oğluna sitem etmesinin nedeni, Ümit Yaşar'ın sık sık intihara kalkışmasıydı. Yanlış duymadınız, büyük aşk şairinden bahsediliyor.
Yıllar sonra Umit Yaşar da intihar eden oğlu Vedat Oğuzcan’a iki şiir yazdığı söylenir.
- Birincisi yıllardır birçok ünlü Türk Sanat Müziği sanatçısının seslendirdiği şarkılardan ‘ Beni Kör Kuyularda Merdivensiz Bıraktın’ adlı şarkı kime yazıldığı pek bilinmese de aslında oğluna yazılmış bir şiir olduğu kabul edilmektedir. İşte Timur Selçuk’un ‘Babamın Şarkıları’ adlı albümde seslendirdiği, aslında Münir Nurettin Selçuk’un sesiyle tanınmış Oğuzcan’ın o ünlü şiiri:
“””
Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın,
Denizler ortasında bak yelkensiz bıraktın,
Öylesine yıktın ki bütün inançlarımı;
Beni bensiz bıraktın; beni sensiz bıraktın.
””””
Oysa ki; bu şiirin yayınlanma tarihi ile oğlu Vedat oğuzcan’ın intiharı arasında tarih olarak fark vardır. Şiir daha önce yazılmıştır. Bence bu şiir Ümit Yaşar’ın bilinen usuldeki melankolik aşk şiirlerindendir.
Bu kadar az kelime ile terke dair ne varsa , ancak bu şekilde anlatılabilir.
- İkincisi ise daha uzun bir şiir.
GALATA KULESİ
”””
6 Haziran 1973,
pırıl pırıl bir yaz günüydü,
aydınlıktı, güzeldi dünya,
bir adam düştü o gün galata kulesinden. kendini bir anda bıraktı boşluğa;
ömrünün baharında, bütün umutlarıyla birlikte paramparça oldu.
bir adam düştü galata kulesinden;
bu adam benim oğlumdu gencecikti Vedat, ışıl ışıldı gözleri, içi,
bütün insanlar için sevgiyle doluydu
çıktı apansız o dönülmez yolculuğa
kendini bir anda bıraktı boşluğa,
söndü güneş, karardı yeryüzü bütün
zaman durdu.
bir adam düştü galata kulesinden
bu adam benim oğlumdu;
açarken ufkunda güller alevden,
çıktı, her günkü gibi gülerek evden,
kimseye belli etmedi içindeki yangını
yürüdü, kendinden emin
sonsuzluğa doğru.
galata kulesinde bekliyordu ecel,
bir fincan kahve, bir kadeh konyak,
ölüm yolcusunun son arzusuydu bu,
bir adam düştü galata kulesinden;
bu adam benim oğlumdu.
küçücüktü bir zaman,
kucağıma alır ninniler söylerdim ona,
uyu oğlum, uyu oğlum, ninni.
bir daha uyanmamak üzere uyudu Vedat.
6 haziran 1973
galata kulesinden bir adam attı kendini;
bu nankör insanlara
bu kalleş dünyaya inat,
şimdi yine bir ninni söylüyorum ona,
uyan oğlum, uyan oğlum, uyan Vedat.
“”””
Hayatını, duygularını şiirlerine yansıtma konusunda usta olan şair; bu acısını yine dizelere dökerek yenmeye çalışmıştır.
Melankoli dolu ruhu ve bunları satırlara döktüğü şiirleriyle tanınan Oğuzcan’ın şiirlerinde, aslında yaşadıklarının etkisi çok büyük. Ümit Yaşar Oğuzcan, bu kadar etkili aşk şiirlerini yazmasına rağmen , Çokça intihar etmeye teşebbüs edecek kadar karamsar bir ruh haline sahip bir şairdir.
Baba Ümit Yaşar Oğuzcan’ın bu hayatı büyük oğlu Vedat Oğuzcan’ı olumsuz yönde etkiler. Babasının hayata bakış açısı ve bunu uygulama çabası , Vedat Oğuzcan’ın da aklında ‘intihar’ fikrini dolaştırır. Sürekli evde Ümit Yaşar’ın başarısız intihar girişimleri ve acı sonuçları konuşulur hale gelmiştir. Söylenenlere göre Ümit Yaşar 24 kez intihara teşebbüs etmişti! Ne yazık ki bu ruh hali nedeniyle evde huzur kalmamıştı. Baba Oğuzcan’ın bu hayatı büyük oğlu Vedat Oğuzcan’ı olumsuz yönde etkiler.
Bir gün... 17 yaşındaki oğlu Vedat Oğuzcan, Galata Kulesi'ne çıktı ve kendini aşağıya bıraktı. Rivayet odur ki, cansız bedeni yerde yatarken avucundaki káğıtta bir not yazılıydı: "Baba intihar öyle edilmez böyle edilir!"
Bu yazıda adı geçenlerin üçü de sağ değil, ama Ümit Yaşar’ın şiirleri hala yaşıyor.
Ümit Yaşar’ı çok bilenen “Ayten” şiiriyle analım.
MİLYON KERE AYTEN
Ben bir Ayten´dir tutturmuşum
Oh ne iyi
Ayten´li içkiler içip
Sarhoş oluyorum ne güzel
Hoşuma gitmiyorsa rengi denizlerin
Biraz Ayten sürüyorum güzelleşiyor
Şarkılar söylüyorum Şiirler yazıyorum
Ayten üstüne
Saatim her zaman Ayten´e beş var
Ya da Ayten´i beş geçiyor
Ne yana baksam gördüğüm o
Gözümü yumsam aklımdan Ayten geçiyor
Bana sorarsanız mevsimlerden Aytendeyiz
Günlerden Aytenertesidir
Odur gün gün beni yaşatan
Onun kokusu sarmıştır sokakları
Onun gözleridir şafakta gördüğüm
Akşam kızıllığında onun dudakları
Başka kadını övmeyin yanımda gücenirim
Ayten´i övecekseniz ne ala, oturabilirsiniz
Bir kadehte sizinle içeriz Ayten´li İki laf ederiz
Onu siz de seversiniz benim gibi
Ama yağma yok
Ayten´i size bırakmam
Alın tek kat elbisemi size vereyim
Cebimde bir on liram var
Onu da alın gerekirse
Ben Ayten´i düşünürüm, üşümem
Üç kere adını tekrarlarım, karnım doyar
Parasızlık da bir şey mi
Ölüm bile kötü değil
Aytensizlik kadar
Ona uğramayan gemiler batsın
Ondan geçmeyen trenler devrilsin
Onu sevmeyen yürek taş kesilsin
Kapansın onu görmeyen gözler
Onu övmeyen diller kurusun
İki kere iki dört elde var Ayten
Bundan böyle dünyada
Aşkın adı Ayten olsun
BEN SENİN EN ÇOK...
Ben senin en çok sesini sevdim
Buğulu çoğu zaman, taze bir ekmek gibi
Önce aşka çağıran,sonra dinlendiren
Bana her zaman dost, her zaman sevgili
Ben senin en çok ellerini sevdim
Bir pınar serinliğinde, küçücük ve ak pak
Nice güzellikler gördüm yeryüzünde
En güzeli bir sabah ellerinle uyanmak
Ben senin en çok gözlerini sevdim
Kâh çocukça mavi, kâh inadına yeşil
Aydınlıklar, esenlikler, mutluluklar
Hiç biri gözlerin kadar anlamlı değil...
Ben senin en çok gülüşünü sevdim
Sevindiren, içimde umut çiçekleri açtıran
Unutturur bana birden acıları, güçlükleri
Dünyam aydınlanır sen güldüğün zaman
Ben senin en çok davranışlarını sevdim
Güçsüze merhametini, zalime direnişini
Haksızlıklar, zorbalıklar karşısında
Vahşi ve mağrur bir dişi kaplan kesilişini
Ben senin en çok sevgi dolu yüreğini sevdim
Tüm çocuklara kanat geren anneliğini
Nice sevgilerin bir pula satıldığı bir dünyada
Sensin, her şeyin üstünde tutan sevdiğini
Ben senin en çok bana yansımanı sevdim
Bende yeniden var olmanı, benimle bütünleşmeni
Mertliğini, yalansızlığını, dupduruluğunu sevdim
Ben seni sevdim, ben seni sevdim, ben seni...
*********
Şair, zaman zaman
''Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın,
Denizler ortasında bak yelkensiz bıraktın ...''
Diyerek yüreğindeki terkedilmişlik acılarını ;özlemleriyle harmanlamıştır.
BİR GECE ANSIZIN GELEBİLİRİM
Bu kadar yürekten çağırma beni!
Bir gece ansızın gelebilirim.
Beni bekliyorsan, uyumamışsan,
Sevinçten kapında ölebilirim.
Belki de hayata yeni başlarım,
İçimde küllenen kor alevlenir,
Bakarsın hiç gitmem kölen olurum,
Belki de seversin beni kim bilir.
Kal dersen, dağlarca severim seni,
Bir deniz olurum ayaklarında,
Aşk bu özleyiş bu, hiç belli olmaz,
Kalbim duruverir dudaklarında.
Ya da unuturum kim olduğumu,
Hatırlamam belki adımı bile,
Belki de çıldırır, deli olurum,
Sana kavuşmanın heyecanıyla...
Aşk bu, bilinir mi nereye varır,
Ne durdurur özlemini, seveni...
Bakarsın ansızın gelebilirim,
Bu kadar yürekten çağırma beni.
ÜMİT YAŞAR OĞUZCAN
Nice şarkılarda name olup yüreğimizin derinliklerinde hissetiğimiz dizelerde yaşayan şair, gün gelir, külü ve dumanıolmayan bir ateş gibidir.
Fırtınalar içinde yalnız kalmaktan korkmaktadır...Sığınacak tek liman sevdiğinin kollarıdır...
Bugün,halen sevenlerin dilinde name olan dizelerinin böyle gönüllerde- kırmızı laleler- açtıracağını bilseydi acaba yine yalnızlık duygusu yaşar mıydı ?..
Adı gibi, Ümit eden Yaşayan ve bir tende can...
Sanırım, söyleyene değil;söyletene bakmak gerekecek !..
İnsanı şair eden de, Leyla-Mecnun eden de çıkarsız sevgiler değil midir ?..
Kaynak:blogspot.milliyet.com.tr/blogno=189132 ve 117241
27 Nisan 2013 Cumartesi
Hugo Sanchez
İlk sezonunda takımının şampiyonluklarında büyük rol üstlendi. Daha sonra Hugo kendi tabiri ile ”Oraya gitmeseydim futbol hayatım bu kadar başarılı olmazdı” diyeceği ABD’ye gitti. Burada kiralık olarak futbol oynadı ve Beckenbauer, Cruyff gibi oyuncularla genç yaşta beraber oynama fırsatı yakaladı. Ayrıca Hugo Sanchez Amerika’da oynarken futbolu yeni yeni öğrenen bu acemiler arasında sert bir futbol oynandığı için daha kıvrak ve daha atik olmayı öğrendi.
Hugo artık Avrupa’ya açılmaya hazırdı. Önce Arsenal’den gelen teklifi kültürel farklılıklar nedeni ile geri çevirdi ve 1981 yılında Atletico Madrid takımına transfer oldu. İlk yılında adaptasyon sorunu yaşasa da Marca gazetesinin gol La Liga Gol Kralı’na verdiği Pichichi ödülünü kazanmayı başardı.
Hugo, doğal olarak Real Madrid’in de gözünden kaçmadı. 1985 yılına gelindiğinde Hugo Sanchez, Real Madrid takımının oyuncusuydu. Beyaz forma ile meşhur kafa golleri, ceza sahasının her yerinden atabildiği revaşata golleri ile tam 5 defa daha lig şampiyonluğu yaşadı. Bu ona Altın Ayakkabı ödülünü de getiriyordu.
O yıllarda Sanchez adı bir efsaneye dahi konu oldu. Rivayete göre Yugoslavya iç savaşında Sırp askerler iki gazeteciyi öldürmek üzereydi. Sırplardan biri gazetecilerin pasaportuna baktı ve Meksika yazısını görünce ”Sanchez, Sanchez !” diye bağırdı. Sırp askerlerin Hugo Sanchez hayranlığı gazetecilerin hayatlarını kurtarmıştı.
Hugo, futbolu bıraktıktıktan sonra da futboldan kopmadı. Teknik direktörlük yaptı ve gençlere her daim öncülük etti. Altın çocuk Hugo hep kız kardeşinin ona öğrettiği taklaları ve attığı inanılmaz goller ile hatırlanacak. Babasının da dediği gibi : ” O, Meksika futbolunun en büyüğü…”
23 Nisan 2013 Salı
TÜRKİYENİN CUMHURİYETLE GELEN SORUNLARI
NEDEN: METE TUNÇAY
Bugün yaşadığımız bütün çarpıklıkların kökü yakın tarihimizde yatıyor. Zaten bu yüzden yakın tarihimizi öğrenmemiz, bütün gerçekleri bilmemiz, bunları açıkça tartışmamız engelleniyor. Geçmişimiz, özellikle de yakın tarihimiz, eğitimin her aşamasında sansürleniyor, çarpıtılıyor. Gerçeklerin üstü yalanlarla örtülmeye çalışılıyor. Oysa, bugün bir türlü çözemediğimiz temel sorunlarımızın kaynağını, bu ülkede ordunun ve yargının konumunu, Atatürkçülük ideolojisiyle ‘tek parti’ ideolojisinin ilişkisini ancak yakın tarihimizi bildiğimizde açıkça görebiliriz ve düğümleri çözebiliriz. Türkiye’nin önde gelen entelektüellerinden olan siyaset bilimi ve tarih profesörü Mete Tunçay’la yakın tarihimizi, Atatürk’ü, Atatürk’ün dinle, dindarlarla, Kürtlerle olan ilişkisini, orduya, yargıya ve siyasete bakışını, yönetim anlayışını, tek adamlığını, mücadele arkadaşlarının başlarına gelenleri, İstiklal Mahkemeleri’ni konuştuk. ‘Türkiye’de Sol Akımlar’ ve geçtiğimiz günlerde dördüncü baskısı yapılan ‘Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması’ isimli kitaplarıyla Türkiye’nin yakın dönem siyasi düşünceler tarihinin araştırılmasına ve erken Cumhuriyet döneminin anlaşılmasına büyük katkıda bulunan Prof. Dr. Mete Tunçay, halen İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde ders veriyor.
* * *
NEŞE DÜZEL: İki temel kurum, bugün ciddi bir biçimde sorgulanıyor: yargı ve ordu. Cumhuriyet’in kuruluşunda bu iki kurumun yeri nedir?
METE TUNÇAY: Kuruculara tek tek bakacak olursak, Cumhuriyet’i askerler kurdu. Mustafa Kemal Paşa da, İsmet Paşa da, Fevzi Çakmak da askerdi. Zaten Milli Mücadele’de ilk beşten söz edilir. Bir Atatürk, iki Kazım Karabekir, üç Ali Fuat Cebesoy, dört Rauf Bey, beş Refet Paşa. Karabekir ve Cebesoy, Milli Mücadele’ye başlamak için 1919’da Mustafa Kemal’den daha önce Anadolu’ya gittiler ve M. Kemal’e ısrarla gel dediler. Ama M. Kemal tereddüt etti. Karabekir, sık sık onun gecikmesinden bahseder.
M. Kemal, Milli Mücadele’ye niye daha geç katılıyor?
Başka şeylere oynuyor. Mesela İstanbul’da Sadrazam İzzet Paşa’nın hükümetine girmek ve harbiye nâzırı olmak istiyor. “Ben harbiye nâzırı olmak istiyorum” diye de açıkça söylüyor. İzzet Paşa istemiyor. Bu isteği kabul edilseydi, herhalde o zaman Milli Mücadele diye bir şey olmayacaktı. Zira bu durumda Mustafa Kemal’in Anadolu’ya gidip, oradakilerle anlaşıp, Yunanlılara karşı bir hareket geliştirmesi beklenemezdi...
M. Kemal niye çok istediği halde, Osmanlı ordusunun başına getirilmedi peki?
İzzet Paşa istemedi. İttihatçıların tabii kendi kadroları var. M. Kemal de bir zamanlar İttihat Terakki’ye girmiş olmakla birlikte hep yanlış şeylerin arkasına düşüyor.
Nasıl yani?
İttihat Terakki’ye ilk girişinde Cemal Paşa hizbinde yer alıyor. Kendisinden yaşça küçük olan ve haklı olarak hep kızdığı, kıskandığı Enver Paşa’nın hizbinde yer almıyor. Sonra İttihat Terakki’nin genel sekreteri olan Fethi Okyar’ın adamı oluyor. Fethi Okyar bu makamdan düşüp de Sofya’ya sürülünce, “bu belayı da al yanında götür” diye M. Kemal’i de Sofya’ya ateşe militer olarak gönderiyorlar. Sorunuza, Cumhuriyet’in kuruluşunda ordunun ve yargının yerine gelince... Bizde Cumhuriyet’i kuran kadro tamamen askerin içinden çıktı. Bunda şaşılacak bir şey de yok.
Yeryüzünde askerlerin kurduğu başka hangi cumhuriyet var?
Afrika’da var ama... Avrupa’da askerlerin yarattığı bir devleti düşünmek zor. Yunanistan, ancak cuntacı askerlerin kafasını kırdıktan sonra demokratik olarak gelişebildi. Ama Fransa’da ordu, De Gaulle’ün prestiji olmasaydı, darbe yapacaktı. Çok da uzak bir geçmiş değil bu. Cumhuriyet’in kuruluşunda yargının yerine gelince... Yargı hiçbir zaman ön planda olmadı. Kuvvetler ayrılığı ilkesine göre, yargı için ayrı bir kuvvet ve bağımsız dense de Türkiye’nin geçmiş tecrübesinde yargı hiçbir zaman ayrı ve bağımsız bir güç olmadı.
Yargı kime bağımlı oldu?
Öncelikle orduya. 28 Şubat ve 12 Eylül’de yaşananlar da bunu açıkça ortaya koşmuştu. Bakın... Cumhuriyet’in kuruluşunda ordu çok önemliydi. Yeniçeri ayaklamalarından tutun da İkinci Meşrutiyet’te Mahmut Şevket Paşa’ya dek bu önemin bir geçmişi ve geleneği vardı. İlk askerî diktatörlük modelini Hareket Ordusu’nun komutanı Mahmut Şevket kurdu. Enver ve Cemal Paşalar, Birinci Dünya Savaşı yıllarında bu diktatörlüğü sürdürdüler. Nitekim bizim erken Cumhuriyet de geniş ölçüde askerî bir nitelik taşır. Mesela 30 Ağustos 1926...
30 Ağustos 1926’da ne yaşandı?
30 Ağustos, orduda, geleneksel olarak terfilerin yapıldığı bir tarihtir. Milli Mücadele’yi başlatan ve Cumhuriyet’i kuran ‘ilk beş’in dördü olan Kazım Karabekir, Ali Fuat Paşa, Refet Paşa, Rauf Orbay, daha birkaç ay önce İzmir’de Atatürk’e suikasttan ötürü İstiklal Mahkemesi’nde idam talebiyle yargılanmışlardı. Aradan birkaç ay geçti ki, 30 Ağustos 1926’da Karabekir Paşa, Cumhuriyet’in başbakanı İsmet Paşa’yla birlikte birinci ferikliğe yani korgenerallikten orgeneralliğe yükseltildi.
Bundan ne anlamalıyım?
Bir kere, Cumhuriyet’in kurucularının askerlikle ilişkileri sürüyor. Cumhurbaşkanı Atatürk de asker, Başbakan İnönü de asker... Bir taraftan Karabekir asıl isteniyor, diğer taraftan da “paşamız orgeneral olsun” diye terfi ettiriliyor. Hele hele Cumhuriyet’in ilanından üç yıl sonra, Cumhuriyet’in başbakanının kalkıp da orgeneralliğe yükseltilmesi çok ironik oluyor. Bizde, “askerler, Milli Mücadele’yi yaptılar ve Cumhuriyet’i kurduktan sonra üniformalarını çıkardılar” diye hikâyeler anlatılıyor ya... Hayır, üniformalarını çıkarmadılar.
Atatürk’ün, askerlerin siyasete bulaşmasını istemediği ve hatta onlara, “Beyler ya üniformanızı çıkarın, siyasete girin, ya da üniformanızla kışlada kalın” dediği söylenir. Atatürk aslında bunu da mı söylemedi?
Atatürk, askerin kendisine karşı bir politikaya bulaşmamasını istiyor. Yoksa askerin, siyasetin içinde olmasına bir itirazı yok. Üstelik Atatürk’ün kendisi de üniformasını çıkarmadı ki. 1925’te Kastamonu’da şapka nutkunu söylüyor ya... Atatürk oraya mareşal üniformasıyla, ayağında çizmeler, yanında köpeği ve elinde kamçısıyla gidiyor. Kastamonu’da bir ara sivil giyiniyor ve şapka nutkunu söylüyor. Sonra tekrar mareşal üniformasını giyip dönüyor. Kurulan cumhuriyet, demokratik bir cumhuriyet değil.
Kurulan cumhuriyet nasıl bir cumhuriyet peki?
Kurulan cumhuriyet Jakoben bir cumhuriyet. Çünkü bunlar, halk için doğrunun, iyinin ne olduğunu biliyorlar. Halka öyle fazla danışmaya ihtiyaçları yok. Mesela 1946’ya kadarki seçimler iki derecelidir. 1946’ya dek, yurttaşlar gidip de milletvekillerini seçmiyor.
Kimi seçiyorlar?
Birinci seçmenleri seçiyorlar. Onlar, milletvekillerini seçiyor. Çünkü halka güvenilmiyor. “Halk, bütün gerilikleri getiriyor” diye düşünülüyor. Zaten Halk Partisi’nde de bir asker ağırlığı var. Bugün hâlâ tartıştığımız ‘vesayet’ kavramının nasıl oluştuğunu düşünmek lazım tabii. Cumhuriyeti kuranlar...
Evet... Cumhuriyeti kuranlar ne düşünüyorlar?
Bunlar, 19. yüzyıldaki pozitivistlerden etkilendiler. 19. yüzyılda fizik bilimleri ve matematiğin gelişmesi dünyada insanlara, “Bütün soruların cevaplarını bilimden aldık ve alacağız. Din, iman gibi şeyler artık çocukluk hikâyeleridir” duygusunu verdi ve bu pozitivist ruh bizde de yayıldı. Dolayısıyla askerler, sivil yüksek memurlar ve burjuvaziden oluşan egemen sınıf, kamusal doğruyu ve kamusal iyiyi kendisinin bildiğini düşündü. Yargı da bunların peşinden gitti. Halkın taleplerinden korkuldu. Eğer halka soracak olursak, “bunlar kadınların başlarını örter, içkiyi yasaklar falan” dendi.
Cumhuriyet’in kurucuları bu korkularında haklılar mıydı? Halkın kararına bırakılsa, yeni Cumhuriyet, gerçekten bir din devleti olur muydu?
Biz hiçbir zaman din devleti olmazdık. Çünkü imparatorluk geleneğinden geliyoruz. Bazı tarihçiler, Osmanlı’dan teokrasi diye söz ediyorlar. Bu, deli saçmasıdır. Bir imparatorluk, din devleti olamaz. Çünkü imparatorluk çeşitliliği korumak, bütün dinlere saygı göstermek zorundadır.
Osmanlı, şeriatla yönetilmiyor muydu?
Hem evet, hem hayır. 19. yüzyılda Borçlar Kanunu, Ticaret Kanunu gibi Batı kaynaklı o kadar çok kanun kabul edildi ki, şeriat sadece evlenme, boşanma ve mirasla sınırlı hale geldi. Ama şunu da bilmek lazım. Milli Mücadele sırasında içki yasağı kanunu çıkarıldı. Meclis’teki dindarların bir zaferiydi bu. İçki yasaklandı ve Atatürk o dönemde kanuna aykırı olarak içki içiyordu. O gün boyun eğildiği takdirde, dindarların o dönemde daha ileri taleplerinin olabileceği düşünülebilir ama bugün artık böyle bir tehlike yok.
Cumhuriyet kurulduktan sonra yargının ve ordunun işlevi ne oldu?
Cumhuriyet kurulduktan sonra ordu enteresan bir macera geçirdi. Atatürk, orduyu Fevzi Çakmak gibi çok dürüst ama son derece tutucu birine teslim etti. “Her general, bir önceki savaşa hazırlanır” diye bir laf vardır. Fevzi Çakmak da böyle... “Demiryolu olursa, İtalyanlar trenlere biner ve memleketin içine kolaylıkla gelirler. Otobüsle zor gelsinler!” diye Antalya’ya demiryolu yaptırmıyor. Uzun menzilli donanma topları Karadeniz’den Gölcük’ü dövebilecek teknolojiye ulaşırken, Çakmak bunu düşünmüyor ve donanma için Gölcük’ü güvenli bir yer olarak seçiyor. Ayrıca, Harbiye talebesinin gazete okumasına bile izin vermiyor.
Nasıl?
Fevzi Çakmak’ın ölünceye kadar Latin harfleriyle sadece “Fevzi” diye adını yazdığı rivayet edilir. Eyüp mezarlığında şeyhinin ayağının ucunda gömülü olan Çakmak, bütün yazılarını Arap harfleriyle yazmış.
Cumhuriyet’in en önemli devrimlerinden olan harf devrimine, Cumhuriyet’in genelkurmay başkanı mı uymuyor? Atatürk niye ordunun başına böyle tutucu birini getiriyor?
Atatürk’ün bunu istediğini düşünüyorum. Çakmak, 1943’e kadar, 20 yıldan fazla genelkurmay başkanlığı yaptı. Bir İngiliz tarihçi, benim de bulunduğum bir ortamda şöyle demişti: “Abdülhamit akıllı adamdı. Fakat büyük bir hata yaptı. Alman yardımıyla orduyu güçlendirdi ama, subayları yeteri kadar tatmin etmedi ve ordu, onun başını yedi. Menderes de aynı hataya düştü. Amerikan yardımıyla orduyu güçlendirirken subayları o da tatmin etmedi. Atatürk bu hatayı yapmadı.”
Atatürk, orduya nasıl yaklaştı?
Atatürk, orduyu asla güçlendirmedi. Orduyu, Fevzi Çakmak gibi tutucu bir komutana teslim etti. Orduya yatırım çok sınırlı tutuldu. Mustafa Kemal’in kafasında, güçlü bir orduya ihtiyaç hissetmeden, bölgesel paktlarla savaş tehlikesini öteleme planı vardı. Balkan Paktı, Yakın Doğu’daki ilişkilerle, savaşa lüzum olmadan götürmek istiyordu işi.
Atatürk döneminde ordunun durumu böyleydi. Peki, yargının durumu neydi?
Atatürk döneminde aslında yargı da içler acısı vaziyette. Atatürk gece trenle İstanbul’a giderken Eskişehir’e uğruyor. Temyiz üyelerine haber veriliyor, hepsi sabaha karşı saat birde, ikide peronda hazırolda bekliyorlar. Atatürk, komünistler için “bunlar hafif akıllı adamlardır” dediği o meşhur antikomünist nutkunu, işte o gün sabaha karşı istasyonda yargıçlara veriyor ve onları irşat ediyor, uyarıyor, yönlendiriyor. Yargının bağımsızlığını ve konumunu anlatmak açısından bu olay yeterli sanırım.
Atatürk’ün ölümünden sonra, ordu ve yargı Cumhuriyet’i koruyabilmek için nasıl bir rol üstlendi?
Yargının rolü hep ikincil kaldı. Orduya gelince... Atatürk döneminde geri plana itilen ordu, İkinci Dünya Savaşı yıllarında birden bire, “savaşa girecek olursak” diye semirtildi. Dört yüz bin kişilik ordu bir buçuk milyona çıktı. Dolayısıyla ordu, fazladan bir önem kazandı. Harbiye’ye daha fazla öğrenci alındı. Nitekim 1960’ta, 300 generalin 275’i tasfiye edildi. Yani, İkinci Dünya Savaşı yıllarında, askeriye özel bir önem kazandı. İsmet Paşa 1945’te çok partili hayata geçip de 14 Mayıs seçimlerini kaybettiğinde, malum gece Genelkurmay Başkanı telefon edip, ona, “Paşam bir emriniz var mı” diye sordu.
Sonuç ne oldu?
Ordudaki yüksek kademe, bir hafta, on gün içinde, Demokrat Parti iktidarı tarafından emekliye ayrıldı. Demokrat Parti döneminde ordunun açık bir muhalefeti olmadı ama ordunun içinde cuntacılık başladı.1960 darbesinin hazırlıkları 1950’lerin başında başladı. Hatta Samet Kuşçu diye birisi darbe hazırlıklarını ihbar etti.
Darbe ihbarı işe yaradı mı?
Hayır. Adama inanmadılar, “iftira ediyorsun” diye adamı bir de mahkum ettiler. ‘Kızı serbest bırakırsan ya davulcuya ya zurnacıya varır’ endişesinin benzerini, bu ülkenin halkı için duyan askerin ve yüksek sivil bürokratların ‘vesayet’ düşüncesini, ne yazık ki siyasiler de paylaştılar. Başta CHP olmak üzere bir takım siviller de, toplumun mutlaka bir denetim altında tutulması gerektiği görüşünü savundular. ‘Halk serbest bırakılırsa, yarın herkesin tesettüre girmesini ister bunlar’ diye düşündüler.
Bizim cumhuriyetimiz, evrensel ölçülere uygun bir ordu ve yargıyla kurulabilir miydi?
El cevap: hayır. Latin alfabesi, şapka kanunu, halk oylamasıyla yapılamazdı ama başka türlü davranılabilirdi. Artık bugün Arap alfabesine dönmek gibi bir talep ve ihtimal yok. Aslında Hilafet kaldırılmayabilirdi ama artık geçmiş olsun. Halbuki Mecit Efendi halife olarak muhafaza edilseydi, Latin alfabesinin kabulüne bile karşı çıkmayabilirdi. Ki, Cumhuriyet’in en önemli devrimi alfabe değişikliğidir.
Sizce niye alfabe değişikliği en önemli devrim?
Çünkü dinle dil değil ama dinle yazı arasında garip bir ilişki vardır. Müslüman olmakla Arap harflerini kullanmak arasında doğrudan bir bağ var ve bizim devrim bu bağı kırdı.
Bunu bilinçli mi yaptı?
Bilinçli yaptı. Tarık Bin Ziyad’ın, geri dönülmesin diye gemilerini yakma hadisesidir bu. Latin alfabesi tamamen dinle ilişkili olarak getirildi. Hilafet kaldırılacağı zaman bir kamuoyu yoklaması yapılsaydı, cevap muhtemelen “Hilafet kaldırmasın” çıkardı. Düşünün... Türkiye’nin baş tarihçisi olan Enver Ziya Karal, Galatasaray’da talebeyken, Hilafet kaldırılınca talebelerin yemek boykotu yaptığını anlattı. Türkiye’nin en aydınlanmış kesimi bile hilafetin kaldırılmasına “hayır” diyor.
Aslında bugün insanların korktuğu hilafet değil, şeriat. Cumhuriyet’in kuruluşunda oylama yapılsaydı, halk şeriat ister miydi?
Osmanlı din devleti olmamıştı ki Cumhuriyet olsun. Ama Milli Mücadele yıllarında sanki bir din devleti olmaya gidiyoruz gibi bir hava yaratılmıştı. Dinci kesim bu yönde teşvik ediliyordu. Milli Mücadele tamamen İslam dininin istismarına dayanan bir şekilde kuruldu. Çünkü yığınları Türk milliyetçiliği adına harekete geçirmek mümkün değildi. İslam kardeşliğine atıf yapma mecburiyeti vardı.
Kaynak:http://www.navkurd.eu/index.php?option=com_content&view=article&id=414:mete-tuncay-atatuerk-doenemi-yargs-icler-acs&catid=46:hevpeyvin&Itemid=90
18 Nisan 2013 Perşembe
Hilafet ve Hint müslümanları
Not:Derin tarih dergisinden alintidir
15 Nisan 2013 Pazartesi
Turgut Özal ve Bizler
Bir siyasetçi nasıl hatırlanır/ hatırlanmalı?
Bizim kuşak kafasına eserse her yere eşofmanla gidebilir mesela. Çünkü bir siyasetçinin beyaz eşofman giyip eşiyle ele ele dolaşabileceğine yarı bulanık renkli televizyonlarda tanık olmuştu. O günden sonra eşofman yeni kuşaklar için bir spor kıyafeti olmaktan çıktı.
Boğaz köprüsünden kendi sürdüğü arabayla geçerken " bir kaset koy da neşemizi bulalım Semra" diyen Turgut Özal'a heveslenen yeni nesil için bir arabaya sahip olmak önemli bir hedef haline gelmişti. Araba tutkusu olan çoğumuzun bilinç altına inildiğinde muhtemelen bu sahne çıkacaktır. Canlı canlı gördüğümüz ilk suikast girişimi de, sabahçı olanlarımızın okuldan gelip önlüklerini çıkarırken tanık olduğu o ana denk gelir. Korku ve hayretle televizyona bakakaldığımız o an, Turgut Özal'a suikast girişimi bulunulan o an...
Ve ölümü, bir cumartesi günüydü, çoğumuz o gün ne yaptığını şu an bile eksiksiz hatırlar... Şimdi aradan 17 yıl geçmiş, o günü hatırlayan milyonlarca çocuk birer yetişkin haline gelmiş. Peki çocukluğumuzu siyah beyaz anıları arasında yer etmiş 8. Cumhurbaşkanını ne kadar tanıyoruz? Sosyal yönüyle hatrımıza kazınmış bir cumhurbaşkanınından siyasetçi kimliği içinde de habedar mıyız?
Çocukluk ve Öğrenciliği
13 Ekim 1927'de Malatya'da doğdu. Babası Mehmed Sıddık banka memurluğu yaparken, annesi Hafize Hanım ilkokul öğretmeniydi. 4 yaşındayken Bilecik'in Söğüt ilçesine taşınan Özal, öğrenim hayatına burada başladı.
Bir dönem sonra Silifke'ye taşındıktan sonra, pilot olmayı isteyen Özal eşeğin üzerinden düşerek kolundan sakatlanınca bir kolu biraz daha kısa kalmış ve pilotluk hevesi de sona erdi.
Babasının görevi nedeniyle sık sık il değiştiren Özal, orta okulu Mardin'de bitirdi. Mardin'de lise olmaması nedeniyle, Konya Lisesi'nde eğitimine devam eden Turgut Özal bu dönem içerisinde kardeşi Korkut Özal da o'na eşlik etti. Son olarak Kayseri Lisesi'nde lise eğitimini bitiren Özal, İstanbul Teknik Üniversitesi Elektrik Mühendisliğini burs alarak kazandı. 1950 yılında mezun olan Turgut Özal, 1952 yılına kadar kısa süreli bir evlilik yaşadı. Bu evlilikten sonra çalıştığı kurum olan Elektrik İşletmesi Etüd İdaresi'nde daktilocu olarak görev yapan Semra Hanım ile evlendi. Bu evliliklerinden Ahmet, Zeynep ve Efe adlı üç çocuk sahibi oldu.
Amerika’da İhtisas
Evlendikten sonra, Amerika'da ihtisas yapmaya giden Özal ekonomi branşında eğitim aldı. Geri döndüğünde EİEİ Genel Müdür Yardımcısı (ya da Genel Direktör Teknik Müşaviri; kayıtlar arasında ikilem mevcut) oldu ve Türkiye'de elektrifikasyon üzerine projelerde çalıştı.
1958 yılında Planlama Komisyonu'nda sekreterya görevini yaptıktan sonra 1959 yılında Ankara Ordanat Okulu'nda yedek subay oldu. Dönemin Devlet Su İşleri Genel Müdürü Süleyman Demirel de, bu dönem içerisinde yedek subay öğrencisi olarak aynı kurumda çalıştı.
DPT Müsteşarı
27 Mayıs 1960 askeri darbesinden sonra askerliğini bitirdi ve Devlet Planlama Teşkilatı'nın (DPT) kuruluş çalışmalarına katıldı. 1965 seçimlerinden sonra Süleyman Demirel'in danışmanı olarak görev yaptı. 1967 yılında DPT Müsteşarı olan, 12 Mart 1971 darbesinden sonra 1973 yılına kadar Amerika’ya giderek Dünya Bankası Sanayi Dairesi'nde danışman olarak çalışan Özal, yurda döndükten sonra başta Sabancı Holding olmak üzere birçok sektörde yönetici olarak bulundu.
Başbakanlık Müsteşarı
14 Ekim 1979’da Senato yenileme ve boş bulunan 5 milletvekilliği için yapılan ara seçimlerde, 5 milletvekilliğinin bütününü AP adayları kazandı. Bu sonuçlar üzerine seçimlerde istediği çoğunluğu alamayan Başbakan Bülent Ecevit, 16 Ekim'de istifa etti. Bunun üzerine ilk azınlık hükümeti olan 43. hükümet, MHP ve MSP'nin dışardan desteklediği AP Genel Başkanı Süleyman Demirel tarafından 12 Kasım 1979 tarihinde kuruldu. Demirel 1 Aralık 1979’da Turgut Özal’ı Başbakanlık Müsteşarlığı’na atadı.
Başbakan Yardımcılığı
12 Kasım 1979’da kurulan Demirel hükümeti henüz bir yılını doldurmadan 12 Eylül 1980 askerî darbesi ile sona erdi. Turgut Özal 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra, Bülend Ulusu Hükümeti'nde ekonomiden sorumlu başbakan yardımcılığı görevine getirildi. Liberalleşme ve sivilleşme yolunda yoğun çaba harcadı. Bu göreve getirildikten 22 ay sonra, 14 Temmuz 1982 yılında istifa etti.
ANAP Kuruldu
Özal 1 yıla yakın bir çalışmadan sonra 20 Mayıs 1983'de Anavatan Partisi'ni kurdu.
Başbakanlığı
Turgut Özal 6 Kasım 1983'de yapılan ilk genel seçimlerde milletvekili seçilerek başbakanlığa adım attı. Kurduğu Anavatan Partisi tek başına seçimleri kazandı. 400 sandalyeden oluşan parlemantoda 211 milletvekili çıkararak iktidar oldu. HP ikinci, MDP üçüncü parti oldu.
Özal seçim meydanlarında
7 Aralık 1983’te ANAP Genel Başkanı Turgut Özal, Kenan Evren tarafından hükümeti kurmakla görevlendirildi. 12 Aralık 1983’te Bakanlar Kurulu listesini Cumhurbaşkanı Kenan Evren’e sundu. 13 Aralık 1983’te de Cumhurbaşkanı Kenan Evren, Turgut Özal’ın sunduğu bakanlar kurulu listesini onayladı. 24 Aralık 1983’te yapılan oylamada Özal hükümeti TBMM’den güvenoyu aldı ve 45. TC hükümeti işbaşı yaptı.
1984 yerel seçimlerinde tekrar iktidar olan Özal, 13 Nisan 1985'de yapılan ilk kongrede tekrar genel başkanlığa seçildi. Birinci Özal hükümeti 13 Aralık 1983 ila 21 Aralık 1987 tarihleri arasında görev başında kaldı.
Kritik Karar
2 Temmuz 1987’de, dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Üruğ’un Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Necdet Öztorun’a Genelkurmay Başkanlığı yolunu açmak için erken emekliliğini isteyerek istifa etmesi beklenen neticeyi vermedi. Özal, Necdet Öztorun’un yerine Org. Necip Torumtay’ı Genel Kurmay Başkanı olarak istedi. Cumhurbaşkanı Kenan Evren de bunu onayladı.
Referandum
6 Eylül 1987’de siyasi yasakların kaldırılmasına dair yapılan referandumla Demirel, Ecevit, Erbakan ve Türkeş'le birlikte bir çok siyasinin yasağı yüzde 50.16’lık evet oyuyla kaldırıldı. Referandum bitiminde bir basın toplantısı düzenleyen Başbakan Turgut Özal, ANAP Merkez Karar ve Yönetim Kurulu’nun erken seçim kararı aldığını açıkladı
İkinci Başbakanlık Dönemi
29 Kasım 1987’de erken genel seçimler yapıldı. Oyların %36,29’unu alan ve 292 milletvekili çıkaran ANAP ikinci kez tek başına iktidar oldu. Oyların %24,81’ini alan ve 99 milletvekili çıkaran SHP ana muhalefet partisi konumunu korurken, DYP üçüncü parti (%19,1’le 59 milletvekili) oldu. DSP, MÇP, RP, IDP %10’luk barajı aşamazken Ecevit, Türkeş, Erbakan, Edibali parlamento dışında kaldı.
21 Aralık 1987’de 2. Özal hükümeti kuruldu. Cumhuriyet döneminin 46. hükümeti olan ve 24 üyeden oluşan kabinede 1. Özal hükümetinden 9 bakan yer almazken, 11 yeni isim girdi, 11 bakan yer değiştirdi, 8 bakan yerini korudu. 2. Özal Hükümeti 21 Aralık 1987 ila 9 Kasım 1989 tarihleri arasında görev başında kaldı.
14 Nisan 2013 Pazar
TURK TARİHİ TETKİK CEMİYETİ KURULUŞU
(15 Nisan 1931) Türk Tarihi ve Türk Tarih Kurumu:
Türk Ocaklarının 27-28 Nisan 1930'daki kurultayına Aksaray delegesi olarak katılan Afet İnan ve arkadaşları Atatürk'ün emriyle kurultaya bir önerge vermişlerdir.
Bu şekilde, Türk Ocaklarına "Merkez Heyeti, Türk tarih ve medeniyetini ilmî bir surette tetkik ve tetebbu eylemek vazifesiyle mükellef olmak üzere bir Türk Tarih Heyeti teşkil..." etme görevi verilmiştir.
Türk Ocakları Kurultayı’nda kurulması kararlaştırılan Türk Tarih Heyeti, Türk Ocakları Merkez Heyeti tarafından teşkil edilmiştir. 16 kişiden oluşan heyetin 4 Haziran 1930'da Türk Ocakları Merkez Heyeti Hamdullah Suphi Tanrıöver başkanlığında yapılan ilk toplantısında yönetim kurulu seçilmiştir.
Yönetim Kurulu, Başkanı olarak Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Tevfik Bıyıklıoğlu'nu seçmiştir. Böylece konunun Cumhurbaşkanı Atatürk'ün himayelerinde olduğu açıkça ortaya konulmuştur. Başkanvekilleri Ankara Hukuk Fakültesi Siyasî Tarih Profesörü ve İstanbul milletvekili Yusuf Akçora ve Çanakkale milletvekili Samih Rifat olurken, Genel Sekreter olarak da Aydın milletvekili Dr. Reşit Galip seçilmiştir.
Türk Tarih Heyetinin diğer üyeleri de dikkat çekici kişilerdir:
1. Afet (İnan): Ankara Musiki Muallim Mektebi Tarih Öğretmeni,
2. İsmail Hakkı (Uzunçarşılı): Balıkesir Milletvekili
3. Hâmit Zübeyir (Koşay): Ankara Etnografya Müzesi Müdürü
4. Halil Edhem (Eldem): İstanbul Müzeleri Genel Müdürü
5. Ragıp Hulûsi (Özdem): Dil Encümeni Üyesi
6. Reşit Safvet (Atabinen): Kocaeli Milletvekili
7. Zâkir Kadiri: Maarif Vekâleti Telif ve Tercüme Heyeti Üyesi
8. Sadri Maksudi (Arsal): Ankara Hukuk Fakültesinde Profesör
9. Mezaroş. Ankara Etnografya Müzesi Uzmanı
10. Mükrimin Halil (Yinanç): Tarih Öğretmeni
11. Vasıf (Çınar): Maarif eski Vekili, İzmir Milletvekili
12. Yusuf Ziya (Özer): İstanbul Hukuk Fakültesinde Profesör
Heyet Başkanı Tevfik Bıyıklıoğlu amaçlarını şöyle izah ediyor:
"Meşgul olacağımız mesele millî Türk tarihidir. Bir millî Türk tarihinin yazılması, tesbiti lüzumu hakkında yüksek huzurunuzda söz söylemeyi fazla görürüm. Türk millî tarihi, dünya yüzündeki bütün diğer milletlerin tarihleriyle kıyas edilemeyecek kadar yalnız şanlı şerefli tarih vesikalarıyla değil, fakat aynı zamanda bugünkü beşeriyetin saadet ve refahını temin eden esaslı medeniyet vasıtalarını ilk olarak bulmuş, kullanmış ve neşr ü tamim etmiş olmakla temeyyüz etmiştir. Bu kadar feyizli ve şerefli bir tarihi ihmal etmek bilhassa cumhuriyet devrinde hakikaten büyük günah olurdu.
“Yakın zamanlara kadar şimdiki medeniyetimizin yegâne membaı Yunanistan ve Roma bilinirdi. Halbuki, bugün katiyen tahakkuk etmiştir ki, Yunan medeniyeti orijinal değildir. Yunan dediğimiz İyon medeniyeti, kendisinden daha eski Türk medeniyetlerinin ancak nakilidir.
“Vatanı düşman istilâsından eski zaman mucizelerini hakikaten gölgede bırakacak bir surette kurtardıktan sonra milletimizi esaslı bir inkılâbın siyasî içtimaî, iktisadî prensipleriyle techiz eden millî kahraman büyük Gazi'nin millî tarihimizle bizzat meşgul olması ve heyetimizi yüksek himayelerine almaları Türk milletinin yüksek talihine, tezimizin ve davamızın doğru olduğuna parlak bir delil ve aynı zamanda bir teminattır."
Türk Ocaklarının kendini feshederek CHP'ne katılmasından sonra Türk Tarih Heyeti Atatürk'ün emriyle ayrı bir dernek olarak faaliyetlerine devam etmiş ve Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti adını almıştır. Cemiyetin tüzüğüne göre Cumhurbaşkanı Atatürk Derneğin hamisidir ve Derneğin Fahri Başkanı ve Türkiye Cumhuriyeti Eğitim Bakanıdır.
Cemiyet’in Nizamnamesinde maksat şu şekilde açıklanıyor:
1- Türkiye Cumhuriyeti Reisi Gazi Mustafa Kemal Hazretlerinin yüksek himayeleri altında ve Ankara şehrinde (Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti) adlı ilmî bir cemiyet kurulmuştur.
2- Türkiye Cumhuriyeti Maarif Vekili bu cemiyetin fahrî reisidir.
3- Cemiyetin maksadı, Türk tarihini tetkik ve elde edilen neticeleri neşir ve tamim etmektir.
4- Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti maksadına ermek için aşağıdaki vasıtaları kullanır:
Toplanıp ilmî müzakerelerde bulunmak;
Türk tarihî membalarını araştırıp bastırmak;
Türk tarihini aydınlatmaya yarayacak vesaik ve malzemeyi elde etmek için icap eden yerlere taharri, hafir ve keşif heyetleri göndermek;
Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti mesaisinin semerelerini her türlü yollarla neşre çalışmak.
Böylece Türk Tarihini Tetkik Cemiyeti adeta Türkiye Cumhuriyeti'nin resmî tarih görüşünü oluşturmak gayesindedir.
3 Ekim 1935'te Türk Tarih Kurumuna dönüşecek olan cemiyet liseler için dört ciltlik tarih kitaplarını hazırlamıştır. Atatürk'ün ısrarlı takipleriyle kısa sürede tamamlanmıştır. Zaten Atatürk'ün cemiyetle ilişkisi oldukça yakındır ve Cemiyet Nizamnamesinin teşkilat kısmını düzenleyen 9. maddesine göre "Cemiyet, mesaisinin neticelerini her üç ayda bir defa tesbit ederek Yüksek Hamisine arzeder." Lise tarih kitaplarını takiben ilk ve ortaokul tarih kitapları hazırlanmıştır.
Cemiyet 11 Temmuz 1932'de topladığı Birinci Türk Tarih Kongresi'nde bu kitaplarda ortaya koyulan Türk tarih tezini ve yeni tarih eğitimi yolunu eğitimcilere ve kamuoyuna anlatmıştır.
Cemiyet tarafından, 1935 yılından itibaren, önce Alacahöyük'te, bilâhare diğer bölgelerde arkeolojik kazı ve araştırmalar yapılmaya başlanmıştır.
1935'ten sonra ise Atatürk’ün emriyle Türk Tarih Kurumunun hazırladığı programla Millî Eğitim Bakanlığı, CHP ve Hükümetin onayıyla bütün devlet kurumlarının Türk Tarih Kurumuna yardım etmesi millî ve kutsal bir görev olarak kabul ve ilân edilmiştir.
Türk Tarih Kurumu bu istikametteki faaliyetlerine daha sonra da devam etmiş, Atatürk hayattayken İkinci Türk Tarih Kongresi'ni yabancı bilim adamlarının katılımıyla toplamış, Kurumun, adını Atatürk'ün koyduğu, Belleten dergisi 1937'den itibaren yayımlanmaya başlamıştır.