28 Mart 2013 Perşembe

Türk ne demek???


Türk kelimesinin anlamı konusunda, bazı İslam kaynaklarında Türk ve terk kelimelerinin imla benzerliğine dayanılarak Türkler, Kaf dağının ardına terk edilmiş bir kavim olarak açıklanmıştır. Sui-şu adlı Çin kaynağında Türklerin yaşadıkları ülkedeki miğfer biçimindeki dağla ilgili olarak adlandırıldıklarını belirtilmektedir. A.Vambery, Türk kelimesinin türe fiilinden -k ekiyle "türemiş" olduğu görüşündedir.


Kaşgarlı Mahmut, Türk adının Türklere Allah tarafından verildiğini ve bu kelimenin "gençlik, olgunluk ve kuvvet, kudret çağı" anlamına geldiğini söyler. Ziya Gökalp, töre-türe kelimesinden -k ekiyle yapılmış ve "töreli, nizamlı ve yasa ile düzenlenmiş kavim" anlamına gelen ad olduğunu kabul eder.


F.W.K. Müller, Uygur metinlerinde Türk kelimesinin "kuvvet ve güç" anlamındaki erk kelimesiyle yan yana anlamı kuvvetlendirmek için kullanıldığını söyler. Von Le Coq, Türk kelimesinin "güç ve kuvvet" anlamı taşıdığını açıklar. W. Thomsen ile Gyula Nemeth bu görüşü benimser. L. Bazin ise kelimenin türe fiilinden geldiğini kabul ederek Vambery'e katılır; aynı zamanda kelimenin "güç ve kuvvet" anlamı taşıdığını söyleyerek de diğer dilcileri destekler; Kaşgarlı Mahmut'tan da ilham alarak Türk kelimesinin Törük > Türük > Türk biçiminde değişime uğrarken anlam bakımından da "türemiş, gelişmiş, gelişip olgunlaşmış" şeklinde geliştiği görüşünü benimser.


Genel olarak Türk demek, güçlü, kuvvetli manasında kabul edilir.



Atina demokrasisi ve Aristoteles'in gözünden rejimler

Aristoteles

Siyaset sorununa dair iki kitabı bulunmaktadır. bunlardan ilki, 158 anayasa incelemesinden yalnızca biri olan"Atinalıların Devleti"dir. Diğeri ise "Politika"dır.

Politika isimli eserinde Aristoteles, birbirinden farklı, hatta birbirine karşıt olan iki yaklaşım kullanmıştır: "Bir yanda gözlem ve deneylerden yola çıkarak gerçek yönetimlerin mekanizmasını siyaseti ahlaktan soyutlayacak denli bilimsel bir biçimde incelemiş, öte yandan felsefi yaklaşıma ağırlık vererek bir ideal devlet tasarısı çizmiştir."

Aristoteles, ilk önce insanlarda ortak olarak bulunan "toplumsallaşma içgüdüsü"nü ele alır. Ona göre, insan mutlu olmak için toplum halinde yaşamaya ve bir arada yaşamak için de devlet denen siyasal topluma ihtiyaç duyar. Devlet, hem doğal, hem de bireyden öncedir. Toplumu bir canlıya benzeterek "organizmacı toplum" görüşüne ulaşan Aristoteles, ahlak ile siyasetin beraberliğini öngörmüştür. Ona göre kölelik doğaldır ve savaşlarda tutsak edilen kişilerin köle yapılması yasal ve haklıdır.

Aristoteles, hocası Plathon'un devlet ile ilgili fikirlerini eleştirmiştir. Platon'un aile kurumunu ve mülkiyet mefhumunu ortadan kaldırmak istemesine şiddetle karşı çıkan Aristoteles, bu fikirlerin "doğal"lığı yansıtmadığını ileri sürer.

Yönetim Biçimleri ve Aristoteles: Gerçeklikte mevcut olmayan ideal devlet şekli tasarlamak, Aristoteles'e göre yanlış bir düşüncedir. Doğru ve adil devlet şeklini bulabilmek için, sosyal gerçekliğin kendisini göz önünde tutmak lazımdır.

"Tek tek vatandaşların değeri idare edildikleri yönetim türüne bağlıdır. Yönetimler, herkesin yahut sadece kendi çıkarlarını gözetmelerine göre iyi yada kötüdür. Bu ölçüyle bakıldığında, yöneticinin tek kişi, bir kaç kişi yahut çoğunluk olmasına göre, iyi yönetimin üç (monarşi, aristokrasi, katılımcı hükümet) ve kötü yönetimin de üç (tiranlık, oligarşi, demokrasi) şekli vardır. En iyi yönetim şekli, fikri ve ahlaki üstünlüğü olan bir kişinin yönetici olduğu monarşidir. ikinci iyi, bu niteliklere sahip olan bir kaç kişinin yönetici olduğu aristokrasidir. Aristokrasi, vatandaşların siyasi, fikri ve ahlaki bakımdan hemen hemen eşit olduğu katılımcı yönetimden (polity) daha iyidir. En kötü hükümet şekli tiranlıktır, çünkü en iyinin bozulması en kötüdür, bunu bir kaç zenginin yönettiği oligarşi izler. Bütün kötü hükümet şekillerinin en kötüsü ise demokrasidir."

Görüldüğü üzere Aristoteles'in bu altılı sınıflandırması, Platon'un "Devlet Adamı" adlı eserinde ortaya koyduğu sınıflandırmanın hemen hemen aynısıdır. Aradaki küçük fark, Aristoteles'in Platon'da bulunmayan bir yönetim biçimine, politeia'ya, yer vermiş olmasıdır. Gerçekte politeia, demokrasi ile oligarşi karışımı bir yönetim biçimi olup "ılımlı demokrasi" olarak kabul edilebilir. iki düşünür arasındaki bir diğer fark da, Platon'da yönetimlerin değişimi zorunlu olarak daha kötüye doğru gitmekteyken Aristoteles'de, yanlış, kötü bir yönetimin ardından doğru, iyi bir yönetim gelebilmektedir. yavaş yavaş, kötü olmayan bir yönetim biçimine ulaşmak mümkündür.

Gerek Platon ve gerekse Aristoteles'in birleştiği diğer bir nokta da sonunda bir kargaşaya yol açacaklarına inandıkları Atina demokrasisini bir “cahiller yönetimi" olarak görmeleridir" Aristoteles'e göre, devlet şeklinden ziyade anayasanın nasıl uygulandığı önemlidir.

"Meclisin hukuk ile sınırlamayı çoğu defa reddetmiş olması yüzündendir ki, Aristoteles bu demokrasi tipine karşı çıkmıştır ve hatta bu demokrasi tipine bir anayasa olarak adlandırılma hakkını tanımamıştır. Hukuk ile yöneticinin iradesi arasında açık bir ayırım yapmaya yönelik ilk kalıcı çabaları bu dönemin tartışmalarında buluruz."

24 Mart 2013 Pazar

Ben hep sen olmuştum...

Kısacık bir haber çocukluğuma döndürdü beni."Brezilya'nın efsanevi futbolcusu Sokrates öldü" İnternet ortamında hızla yayılan bu haberin ardından kendimi 12-13 yaşında buluverdim. Sabah sokağa çıkan,aralarda sadece acıktıkça eve uğrayan o çocuktum yine...

Biliyorum şimdiki çocuklar için çok anlaşılır değil bunlar.Çünkü pek çoğunun sabah çıkıp acıkıncaya kadar özgürce oynayacağı bir sokak yok.Hatta bir çoğunun oyunu sokakta paylaşacağı bir arkadaşı bulunmadığını da biliyorum.Ama benim yaş kuşağım için öyleydi işte. Hayat sokakta arkadaşlarla paylaşılan,çünkü eve sığmayan bir şeydi.İçimizden çok azının-o da Almancı bir akraba ya da sıklıkla yurtdışına giden bir baba sayesinde olabilirdi- evde oyun kurmaya yarayacak afili bir oyuncağı vardı.Zaten öyle çocuklar da-çoğunlukla kıskançlıktan evet- sokaktaki oyunlardan dışlandığı için bir süre sonra oyuncağı evde bırakıp,ortalama çocuklardan oluşan arkadaş grubuna,yani sokağa koşardı.

İşte o günlerin ortak paydalarından biri de kendini futbolculara,televizyon kahramanlarına benzetmek,daha doğrusu bugünün moda deyimiyle özdeşleştirmekti.Her çocuğun,adıyla anıldığı bir ünlü futbolcu ya da televizyon yıldızı bulunur, evinin önünden yırtınarak sokağa çağrılırken bile gerçek adı yerine genelde o isim kullanılırdı. Zavallı büyükler,çoğunlukla evlerinin önünde avaz avaz "Zikoooooo geliyor musun" ya da "Kolombooo gelmiyorsan başlıyoruz bak" diye bağıran çocuklara,anlamsız gözlerle bakardı.

Daha Andy Warhol şöhret için süre belirlememişti ve biz kendi içimizde yarattığımız eşitliğe dayanan-öyle ya herkes istediği kişi olabildiği için farkımız kalmıyordu- ünlü olma durumuyla abartmadan yaşayıp gidiyorduk.Sadece biz değil ailelerimiz de ortalamaydı çünkü. Arkadaşlarımın bazılarının anne-babası "dairede" çalışır,en kabadayısı haftada bir mecbur kalınınca okul sonrası ziyaret edilen o "daire" eşitliğimizi bozamazdı.Ben annemin ev kadını olmasının tadını dibine kadar çıkartırken,mahallenin tüm acıkan çocuklarını da toplayıp eve götürdüğüm ve sevgili annem hiç sokurdanmadan onlara da birer lokma yemek hazırlayabildiği için eşitliği bozmadan yaşayabilirdim.Biz eşittik çünkü,ailelerimiz de eşitti.Bazıları bunun yerine "vasat" kavramını da kullanabilir ama her ne kadar Osmanlıca'da ortalamanın karşılığı da olsa ben sevmem bu kelimeyi.Altındaki ima rahatsız eder beni.Geçmişiyle barışamayan bazılarının hazımsızlığını hatırlatır hep...

Ben o zamanlar Sokrates'tim işte.Sakallı,güler yüzlü,sahada tay gibi fiziğiyle süper top oynayan Sokrates.İçten içe de öğünürdüm kendime kahraman olarak O'nu seçtiğim için.Çünkü o zaman Messi'nin okul çantasına ne koyduğunu yalan yanlış internet bilgilerinden araklayıp bize satan spor spikerlerinin yerine acayip gazeteciler vardı.Ve onların yazdıklarından Dünya Kupası'nın yıldızlarından Sokrates'in,ülkesinde yoksul çocukların tedavilerini parasız yapan bir doktor olduğunu öğrenmiştim.Eşit'in kralıydı yani benim adamım!

Sakallarım çıkmamıştı daha...
Fiziğim desen alâkası yok,tombiktim çünkü...
Olsun.
Ben eşitlerin kralını,kendime kahraman seçmiştim.O gür sakallarıyla,tay gibi fiziğiyle sahada koşturdukça,içten içe gururlanır,ben de oradaymışım gibi sevinirdim.

Öldü.

Bu kadar işte,ölüverdi.
Hastalığı neydi,ne kadar yaşlanmıştı bilmiyorum.Hiçbiri umurumda değil.Çünkü ben 12 -13 yaşındayken kaç yaşındaysa o yaşta kalacak hep.Yoksa ben çocukluğumu yitiririm.Bir daha kendimi O'nun gibi göremem o zaman...

Güle güle güzel adam.
Güle güle çocukluğumun kahramanı.
Güle güle çocukluğumun "ben"i...
Ebedi eşitlikte iyi istirahatler.
Bu arada biz demin;Ziko,Kolombo,Yuki falan oynamaya çıktık.
"Ben" oynamadım ama, içimden gelmedi...
(Alintidir)

22 Mart 2013 Cuma

Eski günlerden bir tebessüm POP SAATİ

Teretenin tek kanallı olduğu günlerden bi gündü ve renkli televizyonla tanışalı (en azından ben) 2-3 yıl olmuştu. Henüz bol karıncalı TV-2 hayatımızda olmadığından Şöhret ve Uzaylı Baba-Oğul (maalesef anımsayamadım dizinin adını) favori dizilerim değildi. Müzik denince akla İtalyan kanallarından çekilen kliplerde (ki henüz klip diye birşey bilen vatan evladı da yoktu) komançerooo diye bağıran kaplan desenli hatun kişi ve Überseksüel Modern Talking (Nora yazılı kolyeyi unutmadınız di mi?) kulaklardan gitmezdi. Europe 1986 yılbaşında izlenerek Final Countdown isimli parçanın 2000 yılına uzanan ilk basamağı atılmıştı. Bilmem hangi akşamdı ama bir program başladı TeReTe'ciğimizde. 'Telepop' namlı bu programın hafif derecede saçsızlık çeken, kravat takan ve kısa gömlek giyen bir de sunucusu vardı. O gün kimsenin bilmediği ise Erhan Konuk'un 20 yıl sonra bile bu programı yapıyor olacağı idi.

Malumunuz olan birçok kitap ve film sayesinde 2000'li yılları biz her yere uçarak gidilen, tuhaf giysiler, gözlükler ve şapkalar takılan (80'lerde var bu düşünce dikkat çekerim, kimse aynaya bakmıyordu herhalde) ultra hiper teknolojik bir dönem olarak hayal ederdik. Geliniz ve de görünüz ki arabalar hala dört teker ve benzinle çalışmakta 100 yıldır. Bireysel olarak da en son Hezarfen uçtu. İnternet, cep telefonu gibi şeyler hayal edilmeden hayatımıza girdi nerede ise. Velhasıl pek çok şey değişti veya değişmedi ama Erhan Konuk hep aynı kaldı.

Değişen sadece biraz daha eksilen saçlarıydı, ne kravatı ne de o kısa kollu gömlek. Ve bir de çaldıkları. Müziğe ancak kasetçilerde hazırlatılan seçmelerle, radyoyla ve pek az da televizyonla ulaşan bir zamandı ve Erhan Konuk popüler müziğe açılan bir kapıydı. 'Şimdi Beach Boys'dan Kokomo' ve 'Phil Collins söylüyor: Another Day in Paradise' her programda kullandığı iki cümle idi bir aralar. Programın yarısı 'Kokteyl' filminden diğer yarısı Phil Collins'in albümünden şarkılarla dolu olurdu. Hele Joe Cocker 'Unchain my Heart' gediklisi idi programın. Pet Shop Boys'u onunla duyduk ilk. Sonra zaman değişti de neler neler çaldı Erhan Konuk ama o hiç değişmedi. Telepop 'Pop Saati' oldu o kadar.

20 yıldır aynı programı yapan bu müzik emekçisine sonsuz teşekkürler sunmak neslimin borcudur kanımca. Naif günlerdi, masum yıllardı. Hiç bir şey kalmadı o masumiyetten, kaldıysa biraz ama yine de harcında emin olun Erhan Bey vardır.

Fuad Köprülünün tarih anlayışı

Cevdet Paşa ile başlayan terkîbî tarihçilik Köprülü ile kemale ererek sahasını da genişletmiş ve Türkiye'de modern sosyal tarih anlayışının temellerinin atılmasına vesile olmuştur. Fuad Köprülü, bizde tarih yazıcılığının hanedan ve devlet ricalini esas alan klasik anlayıştan tamamen arındırılarak modern anlayışla yeni bir zemine oturtulması gerektiğine inanır.
Ona göre: "memleketimizde tarih hâlâ muhaberat ve muzafferiyat hikayeleri, hükümdar ve vüzerâ menakıbı, müsâlahanâmeler akdi, isyan ve ihtilal vak 'alan, ricalin kati ve idamı gibi telakki olunmaktadır. Halbuki müverrih vekayi'-i maziyesini nakl ve ihya etmek istediği cemiyetin menşe'-i ırkîsini, muhit-i hükmî ve coğrafîsini, tarz-ı teşekkülünde medhaldâr olan âmilleri, kuvâ-yı siyasisinin tarz-ı tevezzu ve tahakkümünün, aile iktisadiyatını, halk hayat ve teşkilatını, bu teşkilatın resmi teşkilat ile münasebetlerini, şekl-i mülkiyyeti, ziraat, ticaret ve sanayii, lisan ve edebiyatı, dini, terakkiyat-ı ilmiyyesi, mücavir kesimlerle maddî ve manevî münasebâtın derecesini vazıh hatlarla göstermelidir.'"

İşte bu satırlar çağımızdaki modern sosyal tarih anlayışının temel prensiplerinin en bariz ifadesidir. Ona göre tarihin konusu toplum ve onun ürettiği değerler olmalıdır. Köprülü'nün ilmî faaliyetine baktığımızda, arşiv vesikalarından ziyade menâkıbnâmeler, şair tezkireleri ve divanları esas aldığını görürüz. Günümüz Türk tarihçiliği ise Ahmet Yaşar Ocak'ın ifadesiyle, Köprülü'nün açtığı bu yolu takip etmek yerine, resmî vesikalara dayanan, devlet merkezli tarih çerçevesine saplanıp kalmıştır.
"Münferit ve müstesna vak'aları bir yığın halinde toplamakla bir tarih vücûda getirilemeyeceğine" inanan Köprülü, eski müverrihleri de "her vak'ayı tesadüfün yahut takdir-i Samedânînin bir neticesi gibi telakki etmekle" suçlar. Müellifin bu hükmünden kısmen Naîma, Peçevî ve Cevdet Paşa kurtulmuştur. Meşrutiyetin ilanından sonra memlekette tarih merakının son derece uyandığına işaret eden Köprülü, buna rağmen millî tarihimize ait şahsî hiçbir eser çıkmamasına hayret etmekte, bunu da memlekette tarihçi ve âlim yokluğuna bağlamaktadır.
Köprülü, zamanın padişahı Sultan Reşad'ın emriyle kurulan Tarih-i Osmanî Encümeni'nden de pek umutlu değildir. Üyeler "mütebahhir ve mütehassıs olmakla beraber Köprülü'ye göre âlim sıfatını haiz değillerdir. Çünkü onlar vak'aları yan yana dizmekle tarih yazdıklarını zannetmekteler." Onun nazarında "umûmî kütüphanelerin birinde herkesin malumu olan gayr-ı matbu bir metni istinsah ederek aralarına vak'anüvis tarihlerinden bazı fıkralar karıştırmakla kıymetdâr bir eser-i tarihî vücûda getirdikleri zannına düşen bu heyetten ilmî bir Osmanlı tarihi beklenemez. Daha ortada müessese tarihiyle uğraşanlar dahi yokken, Maarif Nezareti'nce 35 ciltlik tarih yazılmaya teşebbüs edilmesini de nihayet bir hülya telakki etmektedir.""
Köprülü'nün tarih anlayışının ciddiyeti ve ilmi hüviyeti burada açıkça görülmektedir. Çünkü o, henüz monografilerle, müessese tarihleriyle, folklor araştırmalarıyla altyapısı hazırlanmamış mazinin romantik bir üslûpla kaleme alınarak 35 ciltlik bir külliyatın ortaya konamayacağını çekinmeden ifade etmiştir. Aradan bunca yıl geçmiş olmasına rağmen bugün dahi böylesine hacimli bir eserin vücûda getirilememiş olması Köprülü'yü haklı çıkarmakla kalmamış, söz konusu alanlardaki çalışmaların henüz yeterli seviyeye ulaşmadığını ispatlamıştır. Her ne kadar M. Altay Köymen, Fuad Köprülü'nün hükümlerindeki haklılığı "o zaman girişilen her iki teşebbüsün hâlâ gerçek-leştirilememesinden, bu gidişle daha bir asır da geçse gerçekleştirilemeyeceğinin muhakkak olmasından anlaşılmaktadır" demekteyse de 1960'lardan bu yana Osmanlı tarih araştırmalarında önemli mesafeler kaydedilmiştir. Ömer Lütfı Barkan ve Halil İnalcık'ın Osmanlı sosyo-ekonomik tarihi ile ilgili çalışmaları Köprülü'nün işaret ettiği hususlarda çok büyük açılımlar getirmiştir. Öte yandan arşivlerden gün yüzüne çıkarılan monografilerin katkısıyla tamamen olmasa bile Osmanlı tarihinin iskeleti yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlamıştır.
Köprülü, özünde var olan modern ve ilmî tarih anlayışını olgunluk dönemlerinde Annales ekolünün tesiriyle daha da sistematik hale getirmeye muvaffak olmuştur. Ona göre, "asırlarca sürmüş bir tarihî tekamülün safhalarını umumî ve bariz hatlarıyla görebilmek için, lüzumsuz teferruata boğulmayacak ve fakat umumî levhanın açıklığını ve doğruluğunu da bozmayacak kadar yüksekten bakmak lazımdır. Tarihçinin bütün o teferruatı bilmekle beraber arızî olanı daimî olandan ayırt edebilmesi zarurîdir." İşte Köprülü bu anlayışıyla tarih yazıcılığında "büyük dalga" denen kavrayışı benimsemiş gözükmektedir. Onu Annales ekolü ile aynı çizgiye getiren de bu anlayış olsa gerektir. Esasen bu bakış açısı, hakkında her türlü tarihî teferruatın, vesikaların, vak'aların bilindiği devirler için makûl görünebilir. Fakat kendisinin de ifade ettiği gibi henüz temel pekçok noktası bilinmeyen, kahramanları ve olayları sisler arkasında bulunan ve tarihî şahitliklerine son derece güç ulaşılan Türk tarihi için bu yaklaşım hatalı teşhislere yol açabilir. Çünkü pekçok bakımdan uzaktan bakılabilecek, mütekamil bir levha ortada yoktur. Levhanın bizatihi kendisi parça parça bilinen teferruattan yola çıkılarak tamamlanmaya muhtaçtır.
KÖPRÜLÜ'NÜN TARİH KONULARI
Köprülü'nün ilgi alanı çok geniş olmasına rağmen onun nazarında "tarihçiler yalnız ortaçağla uğraşanlardır. İlkçağ arkeolojidir. Yeniçağ gazete koleksiyonu karıştırmaktır. Ortaçağ ise yazılı vesikaları arşivde araştırmak, kütüphanelerde vak'anüvislerin ağdalı dille yazdıkları eserleri okuyup anlamaktır. Müverrih yalnız ortaçağı inceleyenler arasından çıkar."
Osmanlı Devleti'nin kuruluşu meselesi onun tarihçiliğinde önemli bir bahis teşkil eder. Fuad Köprülü'nün genel sistematiği açısından bakıldığında buna pek şaşmamak gerekir. Çünkü kuruluş devri, Batılı tarihçilerin üzerinde en fazla spekülasyon yaptıkları, Türk tarihçilerinin ise efsane ve rivayetlerin arasında boğulduklarından hakikatlere bir türlü ulaşamadıkları bir saha özelliği taşımaktadır.
Herşeyden evvel Köprülü Osmanlı tarihini müstakil olarak ele almaz. Osmanlı tarihi genel Türk tarihinin seyri içinde bir anlam ifade eder. İşte bu nokta, kendinden önceki tarihçilerin üzerinde durmadıkları bir husustur. Klasik Osmanlı tarihçiliğinin çerçevesi Osmanlı hanedanı ile sınırlıdır. Her ne kadar 19. asrın ikinci yarısından itibaren milliyetçiliğin de tesiriyle Osmanlı Devleti'nden önceki Türkler'in tarihine Ahmed Vefik Paşa ve Süleyman Paşa dikkat çekmişlerse de konu Köprülü'ye kadar ilmî bir bütünlük içinde ele alınmamıştır. Onun tarih inşasında Orta Asya Türk tarihi, Horasan'daki Türk varlığı, Anadolu Selçuklu Devleti ve Osmanlı Devleti bir bütünün parçalarını teşkil eder. Bir coğrafyada, hanedanın değişmesi ila o coğrafya sakinlerinin kültür ve medeniyeti bir anda değişemez. Kuruluş meselesini de o, işte bu sağlam temele dayanarak tahlil etmiştir.
Köprülü'nün ilmî mesaisinde önemli yer tutan bir başka çalışma sahası din ve tasavvuftur. O, Türkiye'deki özellikle heterodoks İslam etüdlerinin temellerini atmıştır. Tasavvufun Türk toplumundaki yansımalarını büyük bir vukufiyetle tespit etmiş ve ayrıca incelenmesi gereken meseleleri de yol göstermek amacıyla işaret etmiştir. Kendisinin incelenmesinde fayda gördüğü hususlar daha sonra tarihçiler tarafından ele alındığında, onun uyarılarının ne kadar yerinde olduğu anlaşılmıştır. Bu konudaki şaheseri Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar kitabıdır. Bu eser, Ahmet Yaşar Ocak'a göre, "bir bütün olarak Osmanlı dönemi de dahil Türk sûfıliğinin ilk sentetik genel tarih tecrübesi sayılabilir. Kitaba bu hüviyetini veren, en az metinleri kadar vazgeçilmez olan uzun dipnotlarıdır. Bu dipnotlar kaynaklar hakkında tenkidli bilgilerin yanında pek çok önemli meseleyi gündeme getirir, tahlile tabi tutar ve tartışır."
Müellif, yazdığı monografilerle de Türk medeniyetinin, tarihin derinliklerinde kalmış şahsiyetlerini ilim âleminin dikkatine sunmuştur. Bilhassa saz şairleri serisi bu alandaki büyük bir boşluğu doldurmaya muvaffak olmuştur.

Hüseyin Nihal Atsız ve Sabahattin Ali davası

http://www.nihal-atsiz.com/yazi/3-mayis-1944-turkculuk-davasi.html

21 Mart 2013 Perşembe

1Hafta neden 7 gündür

BİR HAFTA NEDEN 7 GÜNDÜR VE GÜNÜMÜZDEKİ GÜN İSİMLERİ NEREDEN GELMİŞTİR?

Hafta Farsça yedi anlamına geldiği gibi gün adları da Türkçede Arapça adlar ve Farsça sayılardan oluşur. Yedi günlük-hafta astronomik bir temele dayanmaz; Mezopotamya buluşudur. Ahd-i Atik yaratılışı anlatırken, altı günde yapılanları sayar ve “Ve Allah yaptığı işi yedinci günde bitirdi; ve yaptığı bütün işten yedinci günde istirahat etti,” diyerek yedinci günün kutsallığını bildirir ve haftayı tamamlar.

Babillilerin haftanın yedi gününe o zaman bilinen beş gezegen ile güneş ve ayın adını vermeleri Hıristiyan dünyasında da benimsendi. Romalıların bir süre kullandıkları sekiz günlük hafta IS 321 ‘de Constantinus tarafından yedi gün olarak belirlendi, Pazar günü birinci gün ve tatil-ibadet günü olarak kabul edildi. Latincede bulunan gezegen sistemi ile Yahudilikten alman, yalnızca Sabbat gününe ad vererek diğerlerini ona göre numaralandıran gelenek bugün Avrupa’da kanşık olarak bulunmaktadır. Gezegen sistemi en saf biçimiyle Galce, Bretonca ve Germen çevirisiyle îngilizcededir. En saf kilise biçimi ise Portekizcede bulunur. Portekizce hafta Domingo (Latince dies Solis ve dies Dominica, Güneş günü, Tanrı’nm günü) ile başlar, segunda feira, terça feira… ile devam ederek Cumartesi günü Sabado ile (Latince dies Satumi, dies Sabbatum) biter. En karışmış sisteme sahip olan İzlanda’da güneş ve ay günleri olan Pazar, Pazartesi dışında günler Salı ve Perşembe için sayı, Çarşamba mitvwoch Latince media hebdomas’tan, Cumartesi laugardagur yıkanma günü, Cuma öteki İskandinav günleri gibi oruç günüdür: föstudagur.

Şimdi bunları bir kenara bırakarak kendi dilimizdeki gün adlarının nereden geldiklerine bakalım.

Pazar, Pazartesi, Salı, Çarşamba, Perşembe, Cuma ve Cumartesi...Bu kelimeler haftanın yedi gününün isimleridir. Günlerimizin birbirine karışmaması için hepsi tek tek adlandırılmıştır. Günlerin isimleri de Türkçe’ye yerleşen birçok kelime gibi Farsça ve Arapça dillerinden türeyerek bizim dilimize yerleşmiştir. Gün isimleri şu şekilde oluşmuştur.

Pazar: Farsça’daki Bazar kelimesinden gelmiştir. Bazar’ın anlamı yiyeceklerin satıldığı açık alana denir. Büyük olasılıkla eskiden Bazarın yani Pazar yerinin kurulacağı gün için Pazar kelimesi kullanılmış.

Pazartesi: Pazar’dan sonraki güne türkçe ek getirilerek Pazar+Ertesi olmuştur. Pazar ertesi zamanla Türkçede Pazartesi olarak kalmıştır.

Salı: İbranice bir kelime olan Salis kelimesinin anlamı üçüncü anlamındadır. Haftanın üçüncü gününe Salis denmiştir. Tabi bu Salis kelimesi de zamanla Salı olarak dilimize yer etmiştir.

Çarşamba: Farsça bir kelime olan Çehar kelimesinin anlamıda dördüncü anlamındadır. Haftanın dördüncü gününe birde Şenbe kelimesi eklenmiştir. Şenbe’de gün anlamına geliyor. İkisi birleştiğinde Çeharşenbe olmuştur. Türkçede de kullanış şekli Çarşamba olmuştur.

Perşembe: Gene Farsça’dan gelen gün ismilerinin biri de Perşembe’dir. Farsça Penç kelimesi ile Şenbe’nin birleşmesinden meydana gelmiştir. Burada Penç beş anlamındadır. Çarşambaya eklenen Şenbe (gün) gibi Penç kelimesine de Şenbe ekleniyor ve Perşembe olarak kalıyor.

Cuma: İslam dininde ibadet etmek amacıyla insanlar camilerde biraraya toplanırlar. Arap dilinde toplanma anlamına gelen Cem kelimeside haftanın altıncı gününe Türkçe de Cuma verilmesine neden olmuştur.

Cumartesi: Cuma gününden sonra ki gelen güne de Pazartesi’de de olduğu gibi Türkçe bir ek getirilerek Cuma + ertesi yani Cumartesi olmuştur.

OSMANLIDA MUSTAFALARIN KADERİ

Osmanlıda ayni ismi taşıyan padişah ve şehzadeler çoktur. En fazla rastlanan isim “Mehmet”dir. Altı adet Mehmet ismini taşıyan padişah vardır. Bu ismi beş defa ile “Murad” ismi takip eder. Bu ismi de dört defa ile de “Mustafa” ismi takip eder.
Dikkat çeken “Mustafa” ismini taşıyan Padişah ve Şehzadelerin işlerinin hiç iyi gitmemesidir. Kimisi Şehzade iken öldürüldü, kimi tahta deli çıktı, kimi Osmanlıya tarihinin en büyük yenilgilerini tattırdı.
Mustafa ismi ilk olarak Yıldırım Beyazıd’ın “Düzmece” diye tanınan oğlu ile karşımıza çıkar. Yıldırım’ın 1402 Ankara Savaşında Timur’a esir düşen oğlu Mustafa Çelebi, Timur tarafından Semerkant’ta götürülmüş, Timur ölünce serbest kalıp, Anadolu’ya gelerek taht kavgasına tutuşmuştur. Kardeşi Çelebi Mehmet’i alt edemeyince Bizans’a sığınmış, Bizansın onu hapsetmesi karşılığı Çelebi
Mehmet 300 bin akçe vermiştir.
Çelebi Mehmet’in ölümüyle, Osmanlı tahtına oğlu II. Murad geçmiştir. Bizansın elinde bulunan Çelebi Mehmet’in kardeşi, yeni hükümdarın amcası Mustafa tekrar isyan etmiş, yakalanarak Edirne’de Kale burcuna asılmıştır.
II. Murad, kendini zor durumda bırakan amcası Mustafa’yı destekleyen Bizansı cezalandırmak için İstanbul’u kuşatmış, Bizans bu durumdan kurtulmak için, bu sefer II. Murad’ın küçük kardeşi Şehzade Mustafa’yı kışkırtıp, isyan ettirmiştir.
İsyan üzerine kuşatmayı kaldıran II. Murad, kardeşinin üzerine yürümüş, küçük kardeşi Mustafa’yı yakalatıp, boğdurtmuş, onu da İznik surları dışında bir incir ağacına astırmıştır.
Mustafa isimli üçüncü Şehzade, Fatih’in ortanca oğludur. Devrinde
sevilen, iyi bir komutan olan Şehzade Mustafa, karısı ile ilişkiye girdiği Sadrazam Mahmud Paşa tarafından zehirlenmiştir.
Kanuni'nin, ondan sonra hükümdar olmasına kesin gözüyle bakılan, İmparatorluk’da en sevilen Şehzade olan Mustafa da, Hürrem Sultan’ın kendi oğullarından birinin tahta çıkarmak uğruna çevirdiği
dalaverelere kurban gitmiş, bizzat babası gözünün önünde onu celladlara iple boğdurtmuştur.
17.yy. dan sonra kardeş katlinin ortadan kalkması, Mustafa’ların talihini açmış gibiydi. Bundan sonra tahta çıkacaklardı. Ama talihsizlikleri onları Padişah iken de takip edecektir.
Tahta çıkan I. Mustafa, kardeşinin 14 yıllık hükümdarlığı sırasında öldürülme korkusuyla, akli dengesini kaybetmiş, diğer anlamıyla delirmişti. Devlet işlerini Valide Sultan idare ediyor. Devletin tüm olanaklarıyla Padişahı iyileştirilmeye çalışılıyordu. 97 günlük hükümdarlığından sonra deli olduğu için tahtan indirilmiş yerine II. Osman tahta çıkarılmıştır. Nam-ı değer Genç Osman’da Yeniçeriler tarafından öldürülünce I. Mustafa tekrar tahta çıkarılmıştır.
Akli dengesinin yerinde olmaması, zor durumda olan Osmanlıyı iyice
kötüleştirmiştir. I. Mustafa ikinci kez tahtan indirilmiş, yerine yedi
yaşındaki IV. Murad çıkarılmıştır.
II. Mustafa, 17.yy. sonlarında tahta çıkmış, bizzat başında gittiği Osmanlı ordusuna 1697 Zenta Savaşında Avusturya önünde, tarihinin en ağır yenilgilerinden birini aldırdı. Osmanlı ordusu önemli kısmı yok oldu. Osmanlı tarihinin en ağır, ilk kez büyük toprak kaybına uğradığı 1699 Karlofça Antlaşması imzalandı. Yeniçeri isyanı ile tahtan indirildi.
1757 de tahta çıkan III. Mustafa, Rusya’ya karşı açtığı savaşta çok ağır bir yenilgi almış, Karlofça’dan sonra Osmanlı tarihindeki ikinci ağır antlaşma olan Küçük Kaynarca imzalanmış, Kırım kaybedilmişti. Bu yüzden kahrından hastalanan III. Musfafa bu büyük acıya dayanamadı, öldü.
Tahta çıkan son Mustafa, IV. Mustafa, III. Selim’in Yeniçeriler tarafından idam edilmesiyle tahta çıkmış, ancak III. Selim’i kurtarmaya gelen Alemdar Mustafa Paşa tarafından tahtan indirilmişti. Ölene kadar sarayda hapis hayatı yaşayacaktı.
Ancak tahta çıkan II. Mahmut, hükümdarlığını garantiye almak için, Osmanlı ailesinde yaşayan tek erkek üyesi olmak için abeyi Mustafa’yı boğdurttu.<