24 Mart 2013 Pazar

Ben hep sen olmuştum...

Kısacık bir haber çocukluğuma döndürdü beni."Brezilya'nın efsanevi futbolcusu Sokrates öldü" İnternet ortamında hızla yayılan bu haberin ardından kendimi 12-13 yaşında buluverdim. Sabah sokağa çıkan,aralarda sadece acıktıkça eve uğrayan o çocuktum yine...

Biliyorum şimdiki çocuklar için çok anlaşılır değil bunlar.Çünkü pek çoğunun sabah çıkıp acıkıncaya kadar özgürce oynayacağı bir sokak yok.Hatta bir çoğunun oyunu sokakta paylaşacağı bir arkadaşı bulunmadığını da biliyorum.Ama benim yaş kuşağım için öyleydi işte. Hayat sokakta arkadaşlarla paylaşılan,çünkü eve sığmayan bir şeydi.İçimizden çok azının-o da Almancı bir akraba ya da sıklıkla yurtdışına giden bir baba sayesinde olabilirdi- evde oyun kurmaya yarayacak afili bir oyuncağı vardı.Zaten öyle çocuklar da-çoğunlukla kıskançlıktan evet- sokaktaki oyunlardan dışlandığı için bir süre sonra oyuncağı evde bırakıp,ortalama çocuklardan oluşan arkadaş grubuna,yani sokağa koşardı.

İşte o günlerin ortak paydalarından biri de kendini futbolculara,televizyon kahramanlarına benzetmek,daha doğrusu bugünün moda deyimiyle özdeşleştirmekti.Her çocuğun,adıyla anıldığı bir ünlü futbolcu ya da televizyon yıldızı bulunur, evinin önünden yırtınarak sokağa çağrılırken bile gerçek adı yerine genelde o isim kullanılırdı. Zavallı büyükler,çoğunlukla evlerinin önünde avaz avaz "Zikoooooo geliyor musun" ya da "Kolombooo gelmiyorsan başlıyoruz bak" diye bağıran çocuklara,anlamsız gözlerle bakardı.

Daha Andy Warhol şöhret için süre belirlememişti ve biz kendi içimizde yarattığımız eşitliğe dayanan-öyle ya herkes istediği kişi olabildiği için farkımız kalmıyordu- ünlü olma durumuyla abartmadan yaşayıp gidiyorduk.Sadece biz değil ailelerimiz de ortalamaydı çünkü. Arkadaşlarımın bazılarının anne-babası "dairede" çalışır,en kabadayısı haftada bir mecbur kalınınca okul sonrası ziyaret edilen o "daire" eşitliğimizi bozamazdı.Ben annemin ev kadını olmasının tadını dibine kadar çıkartırken,mahallenin tüm acıkan çocuklarını da toplayıp eve götürdüğüm ve sevgili annem hiç sokurdanmadan onlara da birer lokma yemek hazırlayabildiği için eşitliği bozmadan yaşayabilirdim.Biz eşittik çünkü,ailelerimiz de eşitti.Bazıları bunun yerine "vasat" kavramını da kullanabilir ama her ne kadar Osmanlıca'da ortalamanın karşılığı da olsa ben sevmem bu kelimeyi.Altındaki ima rahatsız eder beni.Geçmişiyle barışamayan bazılarının hazımsızlığını hatırlatır hep...

Ben o zamanlar Sokrates'tim işte.Sakallı,güler yüzlü,sahada tay gibi fiziğiyle süper top oynayan Sokrates.İçten içe de öğünürdüm kendime kahraman olarak O'nu seçtiğim için.Çünkü o zaman Messi'nin okul çantasına ne koyduğunu yalan yanlış internet bilgilerinden araklayıp bize satan spor spikerlerinin yerine acayip gazeteciler vardı.Ve onların yazdıklarından Dünya Kupası'nın yıldızlarından Sokrates'in,ülkesinde yoksul çocukların tedavilerini parasız yapan bir doktor olduğunu öğrenmiştim.Eşit'in kralıydı yani benim adamım!

Sakallarım çıkmamıştı daha...
Fiziğim desen alâkası yok,tombiktim çünkü...
Olsun.
Ben eşitlerin kralını,kendime kahraman seçmiştim.O gür sakallarıyla,tay gibi fiziğiyle sahada koşturdukça,içten içe gururlanır,ben de oradaymışım gibi sevinirdim.

Öldü.

Bu kadar işte,ölüverdi.
Hastalığı neydi,ne kadar yaşlanmıştı bilmiyorum.Hiçbiri umurumda değil.Çünkü ben 12 -13 yaşındayken kaç yaşındaysa o yaşta kalacak hep.Yoksa ben çocukluğumu yitiririm.Bir daha kendimi O'nun gibi göremem o zaman...

Güle güle güzel adam.
Güle güle çocukluğumun kahramanı.
Güle güle çocukluğumun "ben"i...
Ebedi eşitlikte iyi istirahatler.
Bu arada biz demin;Ziko,Kolombo,Yuki falan oynamaya çıktık.
"Ben" oynamadım ama, içimden gelmedi...
(Alintidir)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder