27 Nisan 2013 Cumartesi

Hugo Sanchez

Hugo Sanchez profesyonel futbola dişçi olmak için gittiği üniversitenin takımında başladığında, Meksika Milli Takımı’nda çeşitli kademelerde oynamıştı. Sanchez, derslerden sıkılmış ve profosyonel futbolcu olmaya karar vererek belki de doğru olanı yapmıştı.

İlk sezonunda takımının şampiyonluklarında büyük rol üstlendi. Daha sonra Hugo kendi tabiri ile ”Oraya gitmeseydim futbol hayatım bu kadar başarılı olmazdı” diyeceği ABD’ye gitti. Burada kiralık olarak futbol oynadı ve Beckenbauer, Cruyff gibi oyuncularla genç yaşta beraber oynama fırsatı yakaladı. Ayrıca Hugo Sanchez Amerika’da oynarken futbolu yeni yeni öğrenen bu acemiler arasında sert bir futbol oynandığı için daha kıvrak ve daha atik olmayı öğrendi.

Hugo artık Avrupa’ya açılmaya hazırdı. Önce Arsenal’den gelen teklifi kültürel farklılıklar nedeni ile geri çevirdi ve 1981 yılında Atletico Madrid takımına transfer oldu. İlk yılında adaptasyon sorunu yaşasa da Marca gazetesinin gol La Liga Gol Kralı’na verdiği Pichichi ödülünü kazanmayı başardı.



Hugo, doğal olarak Real Madrid’in de gözünden kaçmadı. 1985 yılına gelindiğinde Hugo Sanchez, Real Madrid takımının oyuncusuydu. Beyaz forma ile meşhur kafa golleri, ceza sahasının her yerinden atabildiği revaşata golleri ile tam 5 defa daha lig şampiyonluğu yaşadı. Bu ona Altın Ayakkabı ödülünü de getiriyordu.

O yıllarda Sanchez adı bir efsaneye dahi konu oldu. Rivayete göre Yugoslavya iç savaşında Sırp askerler iki gazeteciyi öldürmek üzereydi. Sırplardan biri gazetecilerin pasaportuna baktı ve Meksika yazısını görünce ”Sanchez, Sanchez !” diye bağırdı. Sırp askerlerin Hugo Sanchez hayranlığı gazetecilerin hayatlarını kurtarmıştı.

Hugo, futbolu bıraktıktıktan sonra da futboldan kopmadı. Teknik direktörlük yaptı ve gençlere her daim öncülük etti. Altın çocuk Hugo hep kız kardeşinin ona öğrettiği taklaları ve attığı inanılmaz goller ile hatırlanacak. Babasının da dediği gibi : ” O, Meksika futbolunun en büyüğü…”

23 Nisan 2013 Salı

TÜRKİYENİN CUMHURİYETLE GELEN SORUNLARI

Mete Tunçay: ‘Atatürk dönemi yargısı içler acısı’

NEDEN: METE TUNÇAY
Bugün yaşadığımız bütün çarpıklıkların kökü yakın tarihimizde yatıyor. Zaten bu yüzden yakın tarihimizi öğrenmemiz, bütün gerçekleri bilmemiz, bunları açıkça tartışmamız engelleniyor. Geçmişimiz, özellikle de yakın tarihimiz, eğitimin her aşamasında sansürleniyor, çarpıtılıyor. Gerçeklerin üstü yalanlarla örtülmeye çalışılıyor. Oysa, bugün bir türlü çözemediğimiz temel sorunlarımızın kaynağını, bu ülkede ordunun ve yargının konumunu, Atatürkçülük ideolojisiyle ‘tek parti’ ideolojisinin ilişkisini ancak yakın tarihimizi bildiğimizde açıkça görebiliriz ve düğümleri çözebiliriz. Türkiye’nin önde gelen entelektüellerinden olan siyaset bilimi ve tarih profesörü Mete Tunçay’la yakın tarihimizi, Atatürk’ü, Atatürk’ün dinle, dindarlarla, Kürtlerle olan ilişkisini, orduya, yargıya ve siyasete bakışını, yönetim anlayışını, tek adamlığını, mücadele arkadaşlarının başlarına gelenleri, İstiklal Mahkemeleri’ni konuştuk. ‘Türkiye’de Sol Akımlar’ ve geçtiğimiz günlerde dördüncü baskısı yapılan ‘Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması’ isimli kitaplarıyla Türkiye’nin yakın dönem siyasi düşünceler tarihinin araştırılmasına ve erken Cumhuriyet döneminin anlaşılmasına büyük katkıda bulunan Prof. Dr. Mete Tunçay, halen İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde ders veriyor.

* * *

NEŞE DÜZEL: İki temel kurum, bugün ciddi bir biçimde sorgulanıyor: yargı ve ordu. Cumhuriyet’in kuruluşunda bu iki kurumun yeri nedir?

METE TUNÇAY: Kuruculara tek tek bakacak olursak, Cumhuriyet’i askerler kurdu. Mustafa Kemal Paşa da, İsmet Paşa da, Fevzi Çakmak da askerdi. Zaten Milli Mücadele’de ilk beşten söz edilir. Bir Atatürk, iki Kazım Karabekir, üç Ali Fuat Cebesoy, dört Rauf Bey, beş Refet Paşa. Karabekir ve Cebesoy, Milli Mücadele’ye başlamak için 1919’da Mustafa Kemal’den daha önce Anadolu’ya gittiler ve M. Kemal’e ısrarla gel dediler. Ama M. Kemal tereddüt etti. Karabekir, sık sık onun gecikmesinden bahseder.

M. Kemal, Milli Mücadele’ye niye daha geç katılıyor?

Başka şeylere oynuyor. Mesela İstanbul’da Sadrazam İzzet Paşa’nın hükümetine girmek ve harbiye nâzırı olmak istiyor. “Ben harbiye nâzırı olmak istiyorum” diye de açıkça söylüyor. İzzet Paşa istemiyor. Bu isteği kabul edilseydi, herhalde o zaman Milli Mücadele diye bir şey olmayacaktı. Zira bu durumda Mustafa Kemal’in Anadolu’ya gidip, oradakilerle anlaşıp, Yunanlılara karşı bir hareket geliştirmesi beklenemezdi...

M. Kemal niye çok istediği halde, Osmanlı ordusunun başına getirilmedi peki?

İzzet Paşa istemedi. İttihatçıların tabii kendi kadroları var. M. Kemal de bir zamanlar İttihat Terakki’ye girmiş olmakla birlikte hep yanlış şeylerin arkasına düşüyor.

Nasıl yani?

İttihat Terakki’ye ilk girişinde Cemal Paşa hizbinde yer alıyor. Kendisinden yaşça küçük olan ve haklı olarak hep kızdığı, kıskandığı Enver Paşa’nın hizbinde yer almıyor. Sonra İttihat Terakki’nin genel sekreteri olan Fethi Okyar’ın adamı oluyor. Fethi Okyar bu makamdan düşüp de Sofya’ya sürülünce, “bu belayı da al yanında götür” diye M. Kemal’i de Sofya’ya ateşe militer olarak gönderiyorlar. Sorunuza, Cumhuriyet’in kuruluşunda ordunun ve yargının yerine gelince... Bizde Cumhuriyet’i kuran kadro tamamen askerin içinden çıktı. Bunda şaşılacak bir şey de yok.

Yeryüzünde askerlerin kurduğu başka hangi cumhuriyet var?

Afrika’da var ama... Avrupa’da askerlerin yarattığı bir devleti düşünmek zor. Yunanistan, ancak cuntacı askerlerin kafasını kırdıktan sonra demokratik olarak gelişebildi. Ama Fransa’da ordu, De Gaulle’ün prestiji olmasaydı, darbe yapacaktı. Çok da uzak bir geçmiş değil bu. Cumhuriyet’in kuruluşunda yargının yerine gelince... Yargı hiçbir zaman ön planda olmadı. Kuvvetler ayrılığı ilkesine göre, yargı için ayrı bir kuvvet ve bağımsız dense de Türkiye’nin geçmiş tecrübesinde yargı hiçbir zaman ayrı ve bağımsız bir güç olmadı.

Yargı kime bağımlı oldu?

Öncelikle orduya. 28 Şubat ve 12 Eylül’de yaşananlar da bunu açıkça ortaya koşmuştu. Bakın... Cumhuriyet’in kuruluşunda ordu çok önemliydi. Yeniçeri ayaklamalarından tutun da İkinci Meşrutiyet’te Mahmut Şevket Paşa’ya dek bu önemin bir geçmişi ve geleneği vardı. İlk askerî diktatörlük modelini Hareket Ordusu’nun komutanı Mahmut Şevket kurdu. Enver ve Cemal Paşalar, Birinci Dünya Savaşı yıllarında bu diktatörlüğü sürdürdüler. Nitekim bizim erken Cumhuriyet de geniş ölçüde askerî bir nitelik taşır. Mesela 30 Ağustos 1926...

30 Ağustos 1926’da ne yaşandı?

30 Ağustos, orduda, geleneksel olarak terfilerin yapıldığı bir tarihtir. Milli Mücadele’yi başlatan ve Cumhuriyet’i kuran ‘ilk beş’in dördü olan Kazım Karabekir, Ali Fuat Paşa, Refet Paşa, Rauf Orbay, daha birkaç ay önce İzmir’de Atatürk’e suikasttan ötürü İstiklal Mahkemesi’nde idam talebiyle yargılanmışlardı. Aradan birkaç ay geçti ki, 30 Ağustos 1926’da Karabekir Paşa, Cumhuriyet’in başbakanı İsmet Paşa’yla birlikte birinci ferikliğe yani korgenerallikten orgeneralliğe yükseltildi.

Bundan ne anlamalıyım?

Bir kere, Cumhuriyet’in kurucularının askerlikle ilişkileri sürüyor. Cumhurbaşkanı Atatürk de asker, Başbakan İnönü de asker... Bir taraftan Karabekir asıl isteniyor, diğer taraftan da “paşamız orgeneral olsun” diye terfi ettiriliyor. Hele hele Cumhuriyet’in ilanından üç yıl sonra, Cumhuriyet’in başbakanının kalkıp da orgeneralliğe yükseltilmesi çok ironik oluyor. Bizde, “askerler, Milli Mücadele’yi yaptılar ve Cumhuriyet’i kurduktan sonra üniformalarını çıkardılar” diye hikâyeler anlatılıyor ya... Hayır, üniformalarını çıkarmadılar.

Atatürk’ün, askerlerin siyasete bulaşmasını istemediği ve hatta onlara, “Beyler ya üniformanızı çıkarın, siyasete girin, ya da üniformanızla kışlada kalın” dediği söylenir. Atatürk aslında bunu da mı söylemedi?

Atatürk, askerin kendisine karşı bir politikaya bulaşmamasını istiyor. Yoksa askerin, siyasetin içinde olmasına bir itirazı yok. Üstelik Atatürk’ün kendisi de üniformasını çıkarmadı ki. 1925’te Kastamonu’da şapka nutkunu söylüyor ya... Atatürk oraya mareşal üniformasıyla, ayağında çizmeler, yanında köpeği ve elinde kamçısıyla gidiyor. Kastamonu’da bir ara sivil giyiniyor ve şapka nutkunu söylüyor. Sonra tekrar mareşal üniformasını giyip dönüyor. Kurulan cumhuriyet, demokratik bir cumhuriyet değil.

Kurulan cumhuriyet nasıl bir cumhuriyet peki?

Kurulan cumhuriyet Jakoben bir cumhuriyet. Çünkü bunlar, halk için doğrunun, iyinin ne olduğunu biliyorlar. Halka öyle fazla danışmaya ihtiyaçları yok. Mesela 1946’ya kadarki seçimler iki derecelidir. 1946’ya dek, yurttaşlar gidip de milletvekillerini seçmiyor.

Kimi seçiyorlar?

Birinci seçmenleri seçiyorlar. Onlar, milletvekillerini seçiyor. Çünkü halka güvenilmiyor. “Halk, bütün gerilikleri getiriyor” diye düşünülüyor. Zaten Halk Partisi’nde de bir asker ağırlığı var. Bugün hâlâ tartıştığımız ‘vesayet’ kavramının nasıl oluştuğunu düşünmek lazım tabii. Cumhuriyeti kuranlar...

Evet... Cumhuriyeti kuranlar ne düşünüyorlar?

Bunlar, 19. yüzyıldaki pozitivistlerden etkilendiler. 19. yüzyılda fizik bilimleri ve matematiğin gelişmesi dünyada insanlara, “Bütün soruların cevaplarını bilimden aldık ve alacağız. Din, iman gibi şeyler artık çocukluk hikâyeleridir” duygusunu verdi ve bu pozitivist ruh bizde de yayıldı. Dolayısıyla askerler, sivil yüksek memurlar ve burjuvaziden oluşan egemen sınıf, kamusal doğruyu ve kamusal iyiyi kendisinin bildiğini düşündü. Yargı da bunların peşinden gitti. Halkın taleplerinden korkuldu. Eğer halka soracak olursak, “bunlar kadınların başlarını örter, içkiyi yasaklar falan” dendi.

Cumhuriyet’in kurucuları bu korkularında haklılar mıydı? Halkın kararına bırakılsa, yeni Cumhuriyet, gerçekten bir din devleti olur muydu?

Biz hiçbir zaman din devleti olmazdık. Çünkü imparatorluk geleneğinden geliyoruz. Bazı tarihçiler, Osmanlı’dan teokrasi diye söz ediyorlar. Bu, deli saçmasıdır. Bir imparatorluk, din devleti olamaz. Çünkü imparatorluk çeşitliliği korumak, bütün dinlere saygı göstermek zorundadır.

Osmanlı, şeriatla yönetilmiyor muydu?

Hem evet, hem hayır. 19. yüzyılda Borçlar Kanunu, Ticaret Kanunu gibi Batı kaynaklı o kadar çok kanun kabul edildi ki, şeriat sadece evlenme, boşanma ve mirasla sınırlı hale geldi. Ama şunu da bilmek lazım. Milli Mücadele sırasında içki yasağı kanunu çıkarıldı. Meclis’teki dindarların bir zaferiydi bu. İçki yasaklandı ve Atatürk o dönemde kanuna aykırı olarak içki içiyordu. O gün boyun eğildiği takdirde, dindarların o dönemde daha ileri taleplerinin olabileceği düşünülebilir ama bugün artık böyle bir tehlike yok.

Cumhuriyet kurulduktan sonra yargının ve ordunun işlevi ne oldu?

Cumhuriyet kurulduktan sonra ordu enteresan bir macera geçirdi. Atatürk, orduyu Fevzi Çakmak gibi çok dürüst ama son derece tutucu birine teslim etti. “Her general, bir önceki savaşa hazırlanır” diye bir laf vardır. Fevzi Çakmak da böyle... “Demiryolu olursa, İtalyanlar trenlere biner ve memleketin içine kolaylıkla gelirler. Otobüsle zor gelsinler!” diye Antalya’ya demiryolu yaptırmıyor. Uzun menzilli donanma topları Karadeniz’den Gölcük’ü dövebilecek teknolojiye ulaşırken, Çakmak bunu düşünmüyor ve donanma için Gölcük’ü güvenli bir yer olarak seçiyor. Ayrıca, Harbiye talebesinin gazete okumasına bile izin vermiyor.

Nasıl?

Fevzi Çakmak’ın ölünceye kadar Latin harfleriyle sadece “Fevzi” diye adını yazdığı rivayet edilir. Eyüp mezarlığında şeyhinin ayağının ucunda gömülü olan Çakmak, bütün yazılarını Arap harfleriyle yazmış.

Cumhuriyet’in en önemli devrimlerinden olan harf devrimine, Cumhuriyet’in genelkurmay başkanı mı uymuyor? Atatürk niye ordunun başına böyle tutucu birini getiriyor?

Atatürk’ün bunu istediğini düşünüyorum. Çakmak, 1943’e kadar, 20 yıldan fazla genelkurmay başkanlığı yaptı. Bir İngiliz tarihçi, benim de bulunduğum bir ortamda şöyle demişti: “Abdülhamit akıllı adamdı. Fakat büyük bir hata yaptı. Alman yardımıyla orduyu güçlendirdi ama, subayları yeteri kadar tatmin etmedi ve ordu, onun başını yedi. Menderes de aynı hataya düştü. Amerikan yardımıyla orduyu güçlendirirken subayları o da tatmin etmedi. Atatürk bu hatayı yapmadı.”

Atatürk, orduya nasıl yaklaştı?

Atatürk, orduyu asla güçlendirmedi. Orduyu, Fevzi Çakmak gibi tutucu bir komutana teslim etti. Orduya yatırım çok sınırlı tutuldu. Mustafa Kemal’in kafasında, güçlü bir orduya ihtiyaç hissetmeden, bölgesel paktlarla savaş tehlikesini öteleme planı vardı. Balkan Paktı, Yakın Doğu’daki ilişkilerle, savaşa lüzum olmadan götürmek istiyordu işi.

Atatürk döneminde ordunun durumu böyleydi. Peki, yargının durumu neydi?

Atatürk döneminde aslında yargı da içler acısı vaziyette. Atatürk gece trenle İstanbul’a giderken Eskişehir’e uğruyor. Temyiz üyelerine haber veriliyor, hepsi sabaha karşı saat birde, ikide peronda hazırolda bekliyorlar. Atatürk, komünistler için “bunlar hafif akıllı adamlardır” dediği o meşhur antikomünist nutkunu, işte o gün sabaha karşı istasyonda yargıçlara veriyor ve onları irşat ediyor, uyarıyor, yönlendiriyor. Yargının bağımsızlığını ve konumunu anlatmak açısından bu olay yeterli sanırım.

Atatürk’ün ölümünden sonra, ordu ve yargı Cumhuriyet’i koruyabilmek için nasıl bir rol üstlendi?

Yargının rolü hep ikincil kaldı. Orduya gelince... Atatürk döneminde geri plana itilen ordu, İkinci Dünya Savaşı yıllarında birden bire, “savaşa girecek olursak” diye semirtildi. Dört yüz bin kişilik ordu bir buçuk milyona çıktı. Dolayısıyla ordu, fazladan bir önem kazandı. Harbiye’ye daha fazla öğrenci alındı. Nitekim 1960’ta, 300 generalin 275’i tasfiye edildi. Yani, İkinci Dünya Savaşı yıllarında, askeriye özel bir önem kazandı. İsmet Paşa 1945’te çok partili hayata geçip de 14 Mayıs seçimlerini kaybettiğinde, malum gece Genelkurmay Başkanı telefon edip, ona, “Paşam bir emriniz var mı” diye sordu.

Sonuç ne oldu?

Ordudaki yüksek kademe, bir hafta, on gün içinde, Demokrat Parti iktidarı tarafından emekliye ayrıldı. Demokrat Parti döneminde ordunun açık bir muhalefeti olmadı ama ordunun içinde cuntacılık başladı.1960 darbesinin hazırlıkları 1950’lerin başında başladı. Hatta Samet Kuşçu diye birisi darbe hazırlıklarını ihbar etti.

Darbe ihbarı işe yaradı mı?

Hayır. Adama inanmadılar, “iftira ediyorsun” diye adamı bir de mahkum ettiler. ‘Kızı serbest bırakırsan ya davulcuya ya zurnacıya varır’ endişesinin benzerini, bu ülkenin halkı için duyan askerin ve yüksek sivil bürokratların ‘vesayet’ düşüncesini, ne yazık ki siyasiler de paylaştılar. Başta CHP olmak üzere bir takım siviller de, toplumun mutlaka bir denetim altında tutulması gerektiği görüşünü savundular. ‘Halk serbest bırakılırsa, yarın herkesin tesettüre girmesini ister bunlar’ diye düşündüler.

Bizim cumhuriyetimiz, evrensel ölçülere uygun bir ordu ve yargıyla kurulabilir miydi?

El cevap: hayır. Latin alfabesi, şapka kanunu, halk oylamasıyla yapılamazdı ama başka türlü davranılabilirdi. Artık bugün Arap alfabesine dönmek gibi bir talep ve ihtimal yok. Aslında Hilafet kaldırılmayabilirdi ama artık geçmiş olsun. Halbuki Mecit Efendi halife olarak muhafaza edilseydi, Latin alfabesinin kabulüne bile karşı çıkmayabilirdi. Ki, Cumhuriyet’in en önemli devrimi alfabe değişikliğidir.

Sizce niye alfabe değişikliği en önemli devrim?

Çünkü dinle dil değil ama dinle yazı arasında garip bir ilişki vardır. Müslüman olmakla Arap harflerini kullanmak arasında doğrudan bir bağ var ve bizim devrim bu bağı kırdı.

Bunu bilinçli mi yaptı?

Bilinçli yaptı. Tarık Bin Ziyad’ın, geri dönülmesin diye gemilerini yakma hadisesidir bu. Latin alfabesi tamamen dinle ilişkili olarak getirildi. Hilafet kaldırılacağı zaman bir kamuoyu yoklaması yapılsaydı, cevap muhtemelen “Hilafet kaldırmasın” çıkardı. Düşünün... Türkiye’nin baş tarihçisi olan Enver Ziya Karal, Galatasaray’da talebeyken, Hilafet kaldırılınca talebelerin yemek boykotu yaptığını anlattı. Türkiye’nin en aydınlanmış kesimi bile hilafetin kaldırılmasına “hayır” diyor.

Aslında bugün insanların korktuğu hilafet değil, şeriat. Cumhuriyet’in kuruluşunda oylama yapılsaydı, halk şeriat ister miydi?

Osmanlı din devleti olmamıştı ki Cumhuriyet olsun. Ama Milli Mücadele yıllarında sanki bir din devleti olmaya gidiyoruz gibi bir hava yaratılmıştı. Dinci kesim bu yönde teşvik ediliyordu. Milli Mücadele tamamen İslam dininin istismarına dayanan bir şekilde kuruldu. Çünkü yığınları Türk milliyetçiliği adına harekete geçirmek mümkün değildi. İslam kardeşliğine atıf yapma mecburiyeti vardı.
Kaynak:http://www.navkurd.eu/index.php?option=com_content&view=article&id=414:mete-tuncay-atatuerk-doenemi-yargs-icler-acs&catid=46:hevpeyvin&Itemid=90

18 Nisan 2013 Perşembe

Hilafet ve Hint müslümanları

Kurtuluş mücadelesine İstanbul'da düşman işgali altında bulunan Halifeliği esaretten kurtarmak için girişen Müslüman Türk milleti, kendisini temsil ettiği iddiasında bulunan Büyük Millet Meclisi'nin o şaşırtıcı kararıyla büyük bir hayal kırıklığına uğrayacaktı: Müslümanların birlik ve beraberliğinin sembolü olan Hilafet makamı 3 Mart 1924 tarihinde ilga edilmişti. Artık Halifelik tarihe karışmıştı. Bu aldatılmışlık duygusu sadece Anadolu ile sınırlı kalmayacak, bütün Müslüman toplumların hissiyatında derin yaralar açacaktı.1. Dünya Savaşı ile Kurtuluş Savaşı'nda kollarındaki bilezikleri, ceplerindeki son kuruşları Türkiye'ye gönderen Hind Müslümanları bu kararla kendilerini aldatılmış hisseden Müslüman halkların başında geliyordu.
Not:Derin tarih dergisinden alintidir

15 Nisan 2013 Pazartesi

Turgut Özal ve Bizler

Bizim kuşağın çocukluk yıllarına denk gelir Özallı yıllar... Çoğumuzun ona dair hatırladığı bir anısı durur hep bir köşede, lafı geçtiğinde hemen anlatılmaya müsiat, bir o kadar da konuşmayı uzatıp hangi yılların siyaset anlayışının daha iyi olduğunu sorgulamaya itecek...

Bir siyasetçi nasıl hatırlanır/ hatırlanmalı?

Bizim kuşak kafasına eserse her yere eşofmanla gidebilir mesela. Çünkü bir siyasetçinin beyaz eşofman giyip eşiyle ele ele dolaşabileceğine yarı bulanık renkli televizyonlarda tanık olmuştu. O günden sonra eşofman yeni kuşaklar için bir spor kıyafeti olmaktan çıktı.
Boğaz köprüsünden kendi sürdüğü arabayla geçerken " bir kaset koy da neşemizi bulalım Semra" diyen Turgut Özal'a heveslenen yeni nesil için bir arabaya sahip olmak önemli bir hedef haline gelmişti. Araba tutkusu olan çoğumuzun bilinç altına inildiğinde muhtemelen bu sahne çıkacaktır. Canlı canlı gördüğümüz ilk suikast girişimi de, sabahçı olanlarımızın okuldan gelip önlüklerini çıkarırken tanık olduğu o ana denk gelir. Korku ve hayretle televizyona bakakaldığımız o an, Turgut Özal'a suikast girişimi bulunulan o an...

Ve ölümü, bir cumartesi günüydü, çoğumuz o gün ne yaptığını şu an bile eksiksiz hatırlar... Şimdi aradan 17 yıl geçmiş, o günü hatırlayan milyonlarca çocuk birer yetişkin haline gelmiş. Peki çocukluğumuzu siyah beyaz anıları arasında yer etmiş 8. Cumhurbaşkanını ne kadar tanıyoruz? Sosyal yönüyle hatrımıza kazınmış bir cumhurbaşkanınından siyasetçi kimliği içinde de habedar mıyız?

Çocukluk ve Öğrenciliği

13 Ekim 1927'de Malatya'da doğdu. Babası Mehmed Sıddık banka memurluğu yaparken, annesi Hafize Hanım ilkokul öğretmeniydi. 4 yaşındayken Bilecik'in Söğüt ilçesine taşınan Özal, öğrenim hayatına burada başladı.

Bir dönem sonra Silifke'ye taşındıktan sonra, pilot olmayı isteyen Özal eşeğin üzerinden düşerek kolundan sakatlanınca bir kolu biraz daha kısa kalmış ve pilotluk hevesi de sona erdi.

Babasının görevi nedeniyle sık sık il değiştiren Özal, orta okulu Mardin'de bitirdi. Mardin'de lise olmaması nedeniyle, Konya Lisesi'nde eğitimine devam eden Turgut Özal bu dönem içerisinde kardeşi Korkut Özal da o'na eşlik etti. Son olarak Kayseri Lisesi'nde lise eğitimini bitiren Özal, İstanbul Teknik Üniversitesi Elektrik Mühendisliğini burs alarak kazandı. 1950 yılında mezun olan Turgut Özal, 1952 yılına kadar kısa süreli bir evlilik yaşadı. Bu evlilikten sonra çalıştığı kurum olan Elektrik İşletmesi Etüd İdaresi'nde daktilocu olarak görev yapan Semra Hanım ile evlendi. Bu evliliklerinden Ahmet, Zeynep ve Efe adlı üç çocuk sahibi oldu.
Amerika’da İhtisas

Evlendikten sonra, Amerika'da ihtisas yapmaya giden Özal ekonomi branşında eğitim aldı. Geri döndüğünde EİEİ Genel Müdür Yardımcısı (ya da Genel Direktör Teknik Müşaviri; kayıtlar arasında ikilem mevcut) oldu ve Türkiye'de elektrifikasyon üzerine projelerde çalıştı.

1958 yılında Planlama Komisyonu'nda sekreterya görevini yaptıktan sonra 1959 yılında Ankara Ordanat Okulu'nda yedek subay oldu. Dönemin Devlet Su İşleri Genel Müdürü Süleyman Demirel de, bu dönem içerisinde yedek subay öğrencisi olarak aynı kurumda çalıştı.
DPT Müsteşarı

27 Mayıs 1960 askeri darbesinden sonra askerliğini bitirdi ve Devlet Planlama Teşkilatı'nın (DPT) kuruluş çalışmalarına katıldı. 1965 seçimlerinden sonra Süleyman Demirel'in danışmanı olarak görev yaptı. 1967 yılında DPT Müsteşarı olan, 12 Mart 1971 darbesinden sonra 1973 yılına kadar Amerika’ya giderek Dünya Bankası Sanayi Dairesi'nde danışman olarak çalışan Özal, yurda döndükten sonra başta Sabancı Holding olmak üzere birçok sektörde yönetici olarak bulundu.
Başbakanlık Müsteşarı

14 Ekim 1979’da Senato yenileme ve boş bulunan 5 milletvekilliği için yapılan ara seçimlerde, 5 milletvekilliğinin bütününü AP adayları kazandı. Bu sonuçlar üzerine seçimlerde istediği çoğunluğu alamayan Başbakan Bülent Ecevit, 16 Ekim'de istifa etti. Bunun üzerine ilk azınlık hükümeti olan 43. hükümet, MHP ve MSP'nin dışardan desteklediği AP Genel Başkanı Süleyman Demirel tarafından 12 Kasım 1979 tarihinde kuruldu. Demirel 1 Aralık 1979’da Turgut Özal’ı Başbakanlık Müsteşarlığı’na atadı.

Başbakan Yardımcılığı

12 Kasım 1979’da kurulan Demirel hükümeti henüz bir yılını doldurmadan 12 Eylül 1980 askerî darbesi ile sona erdi. Turgut Özal 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra, Bülend Ulusu Hükümeti'nde ekonomiden sorumlu başbakan yardımcılığı görevine getirildi. Liberalleşme ve sivilleşme yolunda yoğun çaba harcadı. Bu göreve getirildikten 22 ay sonra, 14 Temmuz 1982 yılında istifa etti.

ANAP Kuruldu

Özal 1 yıla yakın bir çalışmadan sonra 20 Mayıs 1983'de Anavatan Partisi'ni kurdu.

Başbakanlığı

Turgut Özal 6 Kasım 1983'de yapılan ilk genel seçimlerde milletvekili seçilerek başbakanlığa adım attı. Kurduğu Anavatan Partisi tek başına seçimleri kazandı. 400 sandalyeden oluşan parlemantoda 211 milletvekili çıkararak iktidar oldu. HP ikinci, MDP üçüncü parti oldu.


Özal seçim meydanlarında

7 Aralık 1983’te ANAP Genel Başkanı Turgut Özal, Kenan Evren tarafından hükümeti kurmakla görevlendirildi. 12 Aralık 1983’te Bakanlar Kurulu listesini Cumhurbaşkanı Kenan Evren’e sundu. 13 Aralık 1983’te de Cumhurbaşkanı Kenan Evren, Turgut Özal’ın sunduğu bakanlar kurulu listesini onayladı. 24 Aralık 1983’te yapılan oylamada Özal hükümeti TBMM’den güvenoyu aldı ve 45. TC hükümeti işbaşı yaptı.

1984 yerel seçimlerinde tekrar iktidar olan Özal, 13 Nisan 1985'de yapılan ilk kongrede tekrar genel başkanlığa seçildi. Birinci Özal hükümeti 13 Aralık 1983 ila 21 Aralık 1987 tarihleri arasında görev başında kaldı.
Kritik Karar

2 Temmuz 1987’de, dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Üruğ’un Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Necdet Öztorun’a Genelkurmay Başkanlığı yolunu açmak için erken emekliliğini isteyerek istifa etmesi beklenen neticeyi vermedi. Özal, Necdet Öztorun’un yerine Org. Necip Torumtay’ı Genel Kurmay Başkanı olarak istedi. Cumhurbaşkanı Kenan Evren de bunu onayladı.
Referandum

6 Eylül 1987’de siyasi yasakların kaldırılmasına dair yapılan referandumla Demirel, Ecevit, Erbakan ve Türkeş'le birlikte bir çok siyasinin yasağı yüzde 50.16’lık evet oyuyla kaldırıldı. Referandum bitiminde bir basın toplantısı düzenleyen Başbakan Turgut Özal, ANAP Merkez Karar ve Yönetim Kurulu’nun erken seçim kararı aldığını açıkladı

İkinci Başbakanlık Dönemi

29 Kasım 1987’de erken genel seçimler yapıldı. Oyların %36,29’unu alan ve 292 milletvekili çıkaran ANAP ikinci kez tek başına iktidar oldu. Oyların %24,81’ini alan ve 99 milletvekili çıkaran SHP ana muhalefet partisi konumunu korurken, DYP üçüncü parti (%19,1’le 59 milletvekili) oldu. DSP, MÇP, RP, IDP %10’luk barajı aşamazken Ecevit, Türkeş, Erbakan, Edibali parlamento dışında kaldı.

21 Aralık 1987’de 2. Özal hükümeti kuruldu. Cumhuriyet döneminin 46. hükümeti olan ve 24 üyeden oluşan kabinede 1. Özal hükümetinden 9 bakan yer almazken, 11 yeni isim girdi, 11 bakan yer değiştirdi, 8 bakan yerini korudu. 2. Özal Hükümeti 21 Aralık 1987 ila 9 Kasım 1989 tarihleri arasında görev başında kaldı.

14 Nisan 2013 Pazar

TURK TARİHİ TETKİK CEMİYETİ KURULUŞU

Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti'nin Kuruluşu

(15 Nisan 1931) Türk Tarihi ve Türk Tarih Kurumu:



Türk Ocaklarının 27-28 Nisan 1930'daki kurultayına Aksaray delegesi olarak katılan Afet İnan ve arkadaşları Atatürk'ün emriyle kurultaya bir önerge vermişlerdir.

Bu şekilde, Türk Ocaklarına "Merkez Heyeti, Türk tarih ve medeniyetini ilmî bir surette tetkik ve tetebbu eylemek vazifesiyle mükellef olmak üzere bir Türk Tarih Heyeti teşkil..." etme görevi verilmiştir.


Türk Ocakları Kurultayı’nda kurulması kararlaştırılan Türk Tarih Heyeti, Türk Ocakları Merkez Heyeti tarafından teşkil edilmiştir. 16 kişiden oluşan heyetin 4 Haziran 1930'da Türk Ocakları Merkez Heyeti Hamdullah Suphi Tanrıöver başkanlığında yapılan ilk toplantısında yönetim kurulu seçilmiştir.


Yönetim Kurulu, Başkanı olarak Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Tevfik Bıyıklıoğlu'nu seçmiştir. Böylece konunun Cumhurbaşkanı Atatürk'ün himayelerinde olduğu açıkça ortaya konulmuştur. Başkanvekilleri Ankara Hukuk Fakültesi Siyasî Tarih Profesörü ve İstanbul milletvekili Yusuf Akçora ve Çanakkale milletvekili Samih Rifat olurken, Genel Sekreter olarak da Aydın milletvekili Dr. Reşit Galip seçilmiştir.

Türk Tarih Heyetinin diğer üyeleri de dikkat çekici kişilerdir:

1. Afet (İnan): Ankara Musiki Muallim Mektebi Tarih Öğretmeni,
2. İsmail Hakkı (Uzunçarşılı): Balıkesir Milletvekili
3. Hâmit Zübeyir (Koşay): Ankara Etnografya Müzesi Müdürü
4. Halil Edhem (Eldem): İstanbul Müzeleri Genel Müdürü
5. Ragıp Hulûsi (Özdem): Dil Encümeni Üyesi
6. Reşit Safvet (Atabinen): Kocaeli Milletvekili
7. Zâkir Kadiri: Maarif Vekâleti Telif ve Tercüme Heyeti Üyesi
8. Sadri Maksudi (Arsal): Ankara Hukuk Fakültesinde Profesör
9. Mezaroş. Ankara Etnografya Müzesi Uzmanı
10. Mükrimin Halil (Yinanç): Tarih Öğretmeni
11. Vasıf (Çınar): Maarif eski Vekili, İzmir Milletvekili
12. Yusuf Ziya (Özer): İstanbul Hukuk Fakültesinde Profesör

Heyet Başkanı Tevfik Bıyıklıoğlu amaçlarını şöyle izah ediyor:


"Meşgul olacağımız mesele millî Türk tarihidir. Bir millî Türk tarihinin yazılması, tesbiti lüzumu hakkında yüksek huzurunuzda söz söylemeyi fazla görürüm. Türk millî tarihi, dünya yüzündeki bütün diğer milletlerin tarihleriyle kıyas edilemeyecek kadar yalnız şanlı şerefli tarih vesikalarıyla değil, fakat aynı zamanda bugünkü beşeriyetin saadet ve refahını temin eden esaslı medeniyet vasıtalarını ilk olarak bulmuş, kullanmış ve neşr ü tamim etmiş olmakla temeyyüz etmiştir. Bu kadar feyizli ve şerefli bir tarihi ihmal etmek bilhassa cumhuriyet devrinde hakikaten büyük günah olurdu.

“Yakın zamanlara kadar şimdiki medeniyetimizin yegâne membaı Yunanistan ve Roma bilinirdi. Halbuki, bugün katiyen tahakkuk etmiştir ki, Yunan medeniyeti orijinal değildir. Yunan dediğimiz İyon medeniyeti, kendisinden daha eski Türk medeniyetlerinin ancak nakilidir.



“Vatanı düşman istilâsından eski zaman mucizelerini hakikaten gölgede bırakacak bir surette kurtardıktan sonra milletimizi esaslı bir inkılâbın siyasî içtimaî, iktisadî prensipleriyle techiz eden millî kahraman büyük Gazi'nin millî tarihimizle bizzat meşgul olması ve heyetimizi yüksek himayelerine almaları Türk milletinin yüksek talihine, tezimizin ve davamızın doğru olduğuna parlak bir delil ve aynı zamanda bir teminattır."


Türk Ocaklarının kendini feshederek CHP'ne katılmasından sonra Türk Tarih Heyeti Atatürk'ün emriyle ayrı bir dernek olarak faaliyetlerine devam etmiş ve Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti adını almıştır. Cemiyetin tüzüğüne göre Cumhurbaşkanı Atatürk Derneğin hamisidir ve Derneğin Fahri Başkanı ve Türkiye Cumhuriyeti Eğitim Bakanıdır.



Cemiyet’in Nizamnamesinde maksat şu şekilde açıklanıyor:

1- Türkiye Cumhuriyeti Reisi Gazi Mustafa Kemal Hazretlerinin yüksek himayeleri altında ve Ankara şehrinde (Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti) adlı ilmî bir cemiyet kurulmuştur.
2- Türkiye Cumhuriyeti Maarif Vekili bu cemiyetin fahrî reisidir.
3- Cemiyetin maksadı, Türk tarihini tetkik ve elde edilen neticeleri neşir ve tamim etmektir.
4- Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti maksadına ermek için aşağıdaki vasıtaları kullanır:
Toplanıp ilmî müzakerelerde bulunmak;
Türk tarihî membalarını araştırıp bastırmak;
Türk tarihini aydınlatmaya yarayacak vesaik ve malzemeyi elde etmek için icap eden yerlere taharri, hafir ve keşif heyetleri göndermek;

Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti mesaisinin semerelerini her türlü yollarla neşre çalışmak.

Böylece Türk Tarihini Tetkik Cemiyeti adeta Türkiye Cumhuriyeti'nin resmî tarih görüşünü oluşturmak gayesindedir.


3 Ekim 1935'te Türk Tarih Kurumuna dönüşecek olan cemiyet liseler için dört ciltlik tarih kitaplarını hazırlamıştır. Atatürk'ün ısrarlı takipleriyle kısa sürede tamamlanmıştır. Zaten Atatürk'ün cemiyetle ilişkisi oldukça yakındır ve Cemiyet Nizamnamesinin teşkilat kısmını düzenleyen 9. maddesine göre "Cemiyet, mesaisinin neticelerini her üç ayda bir defa tesbit ederek Yüksek Hamisine arzeder." Lise tarih kitaplarını takiben ilk ve ortaokul tarih kitapları hazırlanmıştır.

Cemiyet 11 Temmuz 1932'de topladığı Birinci Türk Tarih Kongresi'nde bu kitaplarda ortaya koyulan Türk tarih tezini ve yeni tarih eğitimi yolunu eğitimcilere ve kamuoyuna anlatmıştır.

Cemiyet tarafından, 1935 yılından itibaren, önce Alacahöyük'te, bilâhare diğer bölgelerde arkeolojik kazı ve araştırmalar yapılmaya başlanmıştır.


1935'ten sonra ise Atatürk’ün emriyle Türk Tarih Kurumunun hazırladığı programla Millî Eğitim Bakanlığı, CHP ve Hükümetin onayıyla bütün devlet kurumlarının Türk Tarih Kurumuna yardım etmesi millî ve kutsal bir görev olarak kabul ve ilân edilmiştir.

Türk Tarih Kurumu bu istikametteki faaliyetlerine daha sonra da devam etmiş, Atatürk hayattayken İkinci Türk Tarih Kongresi'ni yabancı bilim adamlarının katılımıyla toplamış, Kurumun, adını Atatürk'ün koyduğu, Belleten dergisi 1937'den itibaren yayımlanmaya başlamıştır.


10 Nisan 2013 Çarşamba

MİCHAEL SCHUMACHER EFSANESİ



Michael Schumacher

Üstün sürücücülük yeteneği, yağmurdaki ustalığı,göze batan taktiksel zekası ile tüm zamanların en başarılı Formula 1 pilotlarından biri Michael Schumacher'in 2004 yılında 18 yarışın 13'ünü kazandığı efsanevi Ferrari 2004
Alman, 7 şampiyonluk, 91 GP zaferi

Rekorları altüst eden adam

1969 yılında Almanya'da doğan Micheal Schumacher'in Formula 1 Dünya Şampiyonluğu'na kadar uzayan kariyeri 4 yaşındayken,babasının bir çim biçme makinesinin motorundan yaptığı kart ile başladı.

Schumacher'in Formula 1 sahnesine ilk çıkışı ise ilginç sayılabilecek bir olay sonrasında yaşandı. Jordon pilotu Bertand Gachot, 1991 Ağustos'unda, İngiltere'de bir taksi şöförü ile girdiği münakaşa sonrasında çıktığı mahkemede suçlu bulununca Belçika Grand Prix'si öncesinde hapse düştü. 15 Ağustos günü Belçika Grand Prix'sinde Gachot'un yerine Jordan'ın koltuğuna oturan ise Almanya F3 şampiyonu Micheal Schumacher'di. Daha ilk yarışında herkes "bu çocuk nereden geldi?" diye soruyordu çünkü Schumacher, Jordan'ı gridde 7. sıraya taşımayı başarmıştı. Jordan ile çıktığı ilk yarış sonrasında takımın sahibi Eddie Jordan ile sözleşmesini uzatmayarak, kendisini ikinci Formula 1 yarışında Benetton - Ford koltuğunda buldu. F1'den önceki kariyeri de başarılarla dolu olan Schumacher, 1984 ve 1985 yıllarında Almanya Kart Junior şampiyonluğunu, 1987'de Almanya ve Avrupa Kart şampiyonluğunu, 1990 yılında da Formula 3 Almanya şampiyonluğu kazandı.

Alman pilot ilk şampiyonluğunu, talihsiz bir kaza sonucu Aytron Senna'nın hayatını kaybettiği 1994 sezonunda kazandı. Siyah bayraklara uymadığı gerekçesi ile aldığı üç yarışlık cezaya karşın Schumaher'in kazandığı ilk şampiyonluğu dönemin en güçlü motoru Renault'ya karşı Benetton-Cosworth ile gelmişti. Bir yıl sonra, bu kez Benetton-Renault'yla yine Damon Hill önünde zafere ulaşıyordu. Schumacher'in unutulmayan anılarından biri de 1994 İspanya Grand Prix'sinde otomobilinin 5. vitese takılı kalmasıydı. Yarışın yaklaşık üçte ikilik bölümünü vites değiştiremeden bitirmek zorunda kalan Alman pilot, bu yarışta neredeyse birincilik kadar değerli sayılabilecek ikinciliği kazanmayı başardı.

1996 yılında Ferrari ile anlaşan Schumacher, bir yıl sonra Formula 1 tarihine "bir sezonda aldığı tüm puanları silinen pilot" olarak geçti. İspanya'nın Jerez pistindeki sezonun son yarışında yaptığı hamlede rakibi Jacques Villeneuve'ü kasıtlı olarak yarış dışı bırakmaya teşebbüs etmekle suçlanan Alman pilotun, 1997 sezonunda aldığı tüm puanlar silindi. 2000 yılında, Ferrari ile başarıdan başarıya koşan Alman pilot, takıma 1979 yılından beri hasret kaldığı Pilotlar Şampiyonluğu'nu kazandırdı. Schumacher, 2000 İtalya Grand Prix'sinde Aytron Senna'nın 41 GP zaferi rekoruna ulaşmıştı. Yarıştan sonra düzenlenen basın toplantısında kendisine "Aytron Senna'nın rekoruna ulaşmasının ona neler hissettirdiğinin" sorulması üzerine tüm dünya, soruya yanıt vermekte zorlanan soğukkanlı Alman'ın gözyaşlarını izledi. 2003 yılında kazadığı 6. Plotlar şampiyonluğu bulunan efsanevi Fangio ile karşılaştırıldığında ise tek bir cümleyle "Fangio benden daha iyiydi" dedi.

Üstün sürücülük yeteneği , yağmurdaki ustalığı, göze batan taktiksel zekası ile tüm zamanların en başarılı Formula 1 pilotlarından biri Micheal Schumacher'in rekorları 21. yüzyılda uzunca bir süre yazılmaya ve konuşulmaya devam edecek.

Schumi seni hep özleyeceğiz....

9 Nisan 2013 Salı

10 Nisan Polis Haftası hakkında

İLK POLİS TEŞKİLATININ KURULUŞU (10 Nisan 1845)
1845 tarihi, Türk Emniyet Teşkilatı açısından önemli bir noktadır. Çünkü bu tarihe kadar zabıta olarak nitelenen teşkilat; 10 Nisan 1845 (12 Rebiü’l Evvel 1261)’den itibaren polis adı altında hayata geçmiş ve Emniyet Teşkilatının kuruluş günü olarak kabul edilmiştir.
Yeniçerinin ortadan kaldırılmasından sonra, başkentte ve eyaletlerde zabıta hizmetleri eskisiyle kıyaslanmayacak derecede gelişmesine rağmen; bu hizmetler karışık ve ayrı ayrı kurumlara bağlı olarak yürütülmekteydi. Teşkilat ve yürütme alanındaki bu karışıklığı ortadan kaldırmak amacıyla ilk defa 10 Nisan 1845’te İstanbul’da ilk polis teşkilatı kurulmuş, görevleri de yine aynı tarihte yayımlanan Polis Nizamnamesinde belirtilmiş ve bu durum yabancı elçiliklere de bir yazı ile bildirilmiştir.

Bu nizamnamede polis teşkilatının kuruluş amacı, belde güvenliğini sağlamak olarak belirtilmiştir.

Bu çalışmalara rağmen, karışıklık devam etmiş, İstanbul’da polis hizmeti; Yeniçeri Ağası yerine geçen Serasker, İhtisap Ağası ve Polis adını taşıyan teşkilatlar tarafından yürütülmüştür. Taşrada ise güvenlik hizmetleri, Sipahilerden oluşan zaptiyelerle ve Asakir-i Mansure alaylarıyla yürütülmüştür.

POLİS
Polis terimi, kökeni Yunanca ve Latince olan bir kelimedir. Yunanca politika, Latince politika kelimelerinden türemiştir. Eski Yunanlılar kendi şehir devletlerine polis ismini vermişlerdir.
Polis kelimesi ıstılah! Olarak, kuruluşu bulunduğu yerde kamu düzen ve güvenliğini koruyan, yasaların adil ve eşit bir şekilde uygulanmasını sağlayan teşkilat, kolluk, zabıta, şehirde güvenliği sağlamakla yükümlü kişiler anlamında kullanılmıştır. Polis kelimesinin yerine emniyet deyiminin kullanıldığı da olur.
Polis görevi itibariyle; asayişi, amme, şahıs tasarruf emniyetini ve mesken masuniyetini koruyan, halkın ırz can ve malını muhafaza ve ammenin istirahatını temin eden, yardım isteyenlere, yardıma muhtaç olan çocuk, alil ve acizlere muavenet eden, kanun ve nizamnamelerin kendisine verdiği vazifeleri yapan silahlı icra ve inzibat kuvvetidir.

Genel olarak polis, bir ülkenin sükûn, güvenlik ve düzenini sağlamak ve korumakla görevlidir. Bunu yerine getirirken önceden belirlenmiş müeyyidelere uymakla yükümlü ve hükümet tarafından alınan ve yerine getirilmesi istenen kararların icrasını sağlamakla görevlidir.

3 Nisan 2013 Çarşamba

Magaradakiler C.M üstadtan

Bir mağara düşün dostum.. Girişi boydan boya gün ışığına açık bir yerallı mağarası. İnsanlar düşün bu mağarada. Çocukluktan beri zincire vurulmuş hepsi; ne yerlerinden kıpırdamaları, ne başlanın çevirmeleri kabil, yalnız karşılarını görüyorlar. Arkalarından bir ışık geliyor., uzaktan, tepede yakılan bir ateşten. Ateşle aralarında bir yol var, yol boyunca alçak bir duvar. Gözbağcıları seyircilerden ayıran setleri bilirsin, üzerlerinde kuklalarını sergilerler, öyle bir duvar işte… Ve insanlar düşün, ellerinde eşyalar: Tahtadan, taştan insan veya hayvan heykelcikleri, boy boy, biçim biçim. Bu insanlar duvar boyunca yürümektedirler, kimi konuşarak, kimi susarak. Garip bir tablo diyeceksin, hele esirler daha da garip. Doğru.. O esirler ki ömür boyu başlarını çeviremeyecek, kendilerini de, arkadaşlarını da, arkalarından geçen nesneleri de duvara vuran gölgelerinden izleyecekler. Şimdi de mağarada seslerin yankılandığını düşün.. Dışarıdan biri konuştu mu, esirler gölgelerin konuştuğunu sanır, öyle değil mi? Kısaca, onlar için tek gerçek var: Gölgeler. Tutalım ki zincirlerini çözdük esirlerin, onları vehimle rinden kurtardık Ne olurdu dersin, anlatayım. Ayağa kalkmağa, başını çevirmeğe, yürümeğe ve ışığa bakmağa zorlanan esir, bunları yaparken atı duyardı Gözleri kamaşır, gölgelerini görmeğe alıştığı cisimleri tanıyamazdı Biri. ona: “Ömür boyu gördüklerin hayaldi. Şimdi gerçekle karşı karşıyasın” diyecek oka, sonra da eşyaları bir bir gösterse, “bunlar nedir” diye sorsa, şaşırıp kalır, mağarada gördüklerini, şimdi gösterilenlerden çok daha gerçek sanırdı
Bir de düşün ki tutsağı mağaradan çıkarıp dik bir patikadan güneşin aydınlattığı bölgelere sürükledik Bağırdı, yanıp yakıldı, öfkelendi… Kulak asmadık. Gün ışığına yaklaştıkça gözleri daha çok kamaştı. Hiçbirini seçemez oldu gerçek nesnelerin. Sonra, yavaş yavaş alıştı aydınlığa. Önce gölgeleri farketti, arkasından insanların ve cisimlerin suya vuran akislerini. Akşam olunca göğe çevirdi bakışlarını, ayı gördü, yıldızları gördü. Zamanla güneşin sulardaki aksine bakabildi. Nihayet gökteki güneşe çevirdi gözlerini. Ve düşünmeğe başladı. Ona öyle geldi ki mevsimleri de, yılları da güneş yaratıyor, görünen dünyanın yöneticisi o. Esirlerin mağarada gördükleri ne varsa onun eseri. Ve eski günlerini hatırladı. Ne kadar yanlış anlamışlardı bilgeliği. Mutluydu şimdi, mağarada kalan arkadaşlarına acıyordu. Eski hayatına, eski vehimlerine dönmemek için her çileye katlanabilirdi.
Adamın mağaraya döndüğünü tasavvur et. Karanlığa kolay kolay alışabilir mi? Dostlarına hakikati söylese dinlerler mi onu? Ağzını açar açmaz alay ederler: “Sen dışarıda gözlerini kaybetmişsin, arkadaş. Saçmalıyorsun. Biz yerimizden çok memnunuz. Bizi dışarı çıkmağa zorlayacakların vay haline .”
İşte böyle aziz dostum. Sana anlattığım hikâye kendi halimizin tasviridir Yer altındaki mağara: Görünürler dünyası. Yücelere çıkan tutsak, meseller (idea’lar) âlemine yükselen ruh..

Gündemin nabzına dair

Bir toplumun düşünsel hayatında, ezberleri tersyüz etme cesaretini gösteren isimlerin ö- nemli bir yeri vardır. Çünkü dikkat çekici dü- şünsel sıçramalara neden olan aykırı isimler aynı zamanda sorgulama zahmetine girmedi- ğimiz, geleneğin üzerini örttüğü birçok ezberi- mizi bize bozdurttukları gibi toplumlara da kendilerine alışkın olmadıkları başka aynalar- dan bakma fırsatını sunarlar.
Türk toplumuna alışkın olmadığı aynalardan bakma ayrıcalığını sunan düşünürlerden birisi- dir İdris Küçükömer. Küçükömer’in Türk dü- şünce hayatındaki yeri tam da bir put kırıcının, egemen paradigmaya karşı çıkan, biz kimiz sorusunun peşinden giderken yalnızlaşan, dü- şünsel kamplardan dışlanmış bir entelektüelin yeridir. Biz kimiz sorusuna verilen, özgün ya- nıtlardan bahsettiğimiz zaman İdris Küçükömer ile birlikte akıllara öncelikli olarak Cemil Me- riç, Atilla İlhan, Kemal Tahir, Şerif Mardin, Sencer Divitçioğlu, Nurettin Topçu ve Mehmet Ali Aybar gelmektedir. Bunlara başka i- simleri eklememiz mümkün, ancak yeni isim- lerle listeyi uzatsak da, ortak bir özellik kendini yenilemekten başka bir şey yapmayacaktır. Bu isimlerin yanında yer alacak her ismi de farklı yapacak olan biz kimiz sorusuna verdikleri yanıtların yanı sıra, bu topraklarla olan ilişkileri ve bu ilişkinin bireysel bir maceraya dönüşmüş özgün dillenişi olacaktır. Çeviriye dayalı ente- lektüel bir hayata, kendi sesleriyle kimlikleriyle bu ülkenin renkleriyle katılma istekleri, ver- dikleri yanıtların günümüzde geçerli olup ol- mamasından çok daha önemlidir. Burada Ke- mal Tahir’in bir saptaması dikkat çekicidir. Tahir, bir toplumun içinde debelendiği zorluk- ların nedenleri tarihin derinliklerinde bulundu- ğu gibi, kurtuluşunun yolları da, tarihinin de- rinliklerinden gelir demektedir. (Tahir 1992: 21) Bu bağlamda ülkenin tarihiyle bağlantılı her türlü politik çaba, Türkiye’nin hem politik hem de entelektüel hayatı için atılmış olumlu bir adım olarak değerlendirilmelidir.